KOMÜN GÜNLÜKLERİ
MÜMTAZ GÖKÇEBAĞ
Komün günlükleri, gelecekteki yaşamın bu
günden kurgulanması adına yapılmış bir denemedir. Kapitalizm karşıtları, üretim
araçlarının ortak mülkiyeti ile tüm sorunları çözebileceklerini düşünmüşlerdi.
Oysa kapitalizm erkek egemen toplum modelinin en son halidir ve onun üretim
biçimini yalnızca paylaşım şeklini değiştirerek sürdürmek sorunları çözmez.
Tersine, ortadan kaldırılması gereken, geri dönmeyecek biçimde değiştirilmesi
gereken düzen yalnızca kapitalizm değil, doğrudan erkek egemen toplum modeli
olmalıdır.
Komün çiftlikleri kapitalizm sonrası için
bir model çalışmasıdır. Erkekler ve kadınlar hiçbir ayrım gözetmeksizin aynı
üretimi yaptıklarında, yaşamın her anını birlikte paylaştıklarında ortaya
çıkacak sosyal ilişkiler şüphesiz bu günküne hiç benzemeyecektir. Ya da çok
eskiden unuttuğumuz kimi ilişkileri bizlere hatırlatacak, dünya yeniden barış
ve mutluluk içindeki günlerine geri dönecektir. Çünkü insan toplumsal bir
varlıktır, bireysel değil.
M.Gökçebağ Nisan 2016
BİLİMKURGU ROMAN
KOMÜN
GÜNLÜKLERİ
YAZAN
MÜMTAZ
GÖKÇEBAĞ
Her hakkı
yazara aittir. Yazarın izni olmadan alıntı yapılamaz, basılamaz, çoğaltılamaz
ve dağıtılamaz.
ISBN NO : 978-605-89928-5-6
İsteme
adresi
tel: 0553
129 65 43
İzmir 2016
Komün Günlüğü 1
Banu Hatun
oğluyla birlikte aramıza katıldı. Köyde dolmuştan inmiş, çiftliğe kadar
yürümüşler.
“Telefon etseydiniz sizi almaya
gelirdim” deyince gülümseyerek,
“Ne gerek var, temiz havanın
tadını çıkardık” dedi.
“İki kocaman bavul ve bir sürü
torba ile gezinti pek de kolay olmamıştır”
Banu Hatun
sesini çıkarmadı, yanındaki genç delikanlıyı gösterdi.
“Oğlumla tanışmış mıydınız?”
“Hayır, ne yazık ki daha önce
hiç görüşmedik.”
Sıcak el
sıkışması, gelişen dostluğun habercisi gibiydi. Onları kalacakları daireye
götürdüm, eşyalarını bırakıp çiftliği gezmeye başladık. Önce yaşam destek
sistemimizi, rüzgar ve güneş enerjisi üreteçlerimizi gösterdim. Ardından kümes
ve ahırları dolaştık. Tarlaların yanından geçip, sosyal tesise geldik. Banu Hatun
gördüklerinden çok etkilenmemişti. Onca teknik ayrıntının kadınların pek de
ilgisini çekmediği açıkça belli oluyordu. Ama deniz manzaralı geniş sosyal
tesisimizi görünce gözleri parladı.
Çiftlikte
kalan herkes, Banu Hatun’un gelişi nedeniyle hazır bekliyordu. Sıcak bir
karşılama oldu, ben hepimize birden (şimdi tam on sekiz kişi olmuştuk) kahve
yaptım. Bu çiftlikte görevlerimden bir tanesi de kahve yapmaktır. On fincanlık
dev cezvemde günde üç dört kez kahve pişiriyorum. Yarım saat sonra ortaya çıktı
ki, Banu Hatun ve oğlu sanki yıllardır aramızda yaşamaktadır. Hiç yadırgamadan
onları içimizde hissediverdik. Aynı kafa yapısı, düşünme biçimi, dış görünüş ne
denli farklı olursa olsun hemen kendisini gösteriyordu.
Banu Hatun’un
oğlu Deniz’e uydu sistemimizi ve internet bağlantılarımızı gösterdim. Şimdiki
gençler teknolojiyi yakından izliyorlar. Deniz hemen bilgisayarın başına geçti
ve çalışmaya başladı. Yanımıza gelen Osman Albay hayretini gizleyemedi.
“Oğlum sen bunları nereden
öğrendim bu kadar?”
Çiftlikte 100
mhz’lik bir uydu internet hattımız var. Dört tane çanak anten 3000 adet TV
içeriyor. Herkes kendi evinde istediği kanalları ayarlayabiliyor. Sosyal
tesiste ise kırk kadar haber kanalıyla dünyada olup bitenleri anında
izleyebiliyoruz. 72 inçlik dev ekran her
yerden net görüntü sağlıyor. Deniz sayesinde, yavaşlayan serverimiz yeniden
eskisi gibi hızlı çalışmaya başladı. Gerekli gereksiz pek çok yazılım
yüklemişiz.
Kadınlar Banu
Hatun’a çiftlikte işlerin nasıl yürütüldüğünü anlatıyorlardı. Burada herkesin
bir sorumluluk alanı vardır. Ben, Özcan, Ergün ve Engin teknik işlemleri
yürütüyoruz. Deniz ise iletişimi üstlenecek. Ayrıca çiftliğimizin en genci
olması nedeniyle de her türlü getiriver-götürüver işi ona kalıyor.
Akşam olunca
hep birlikte yemeği hazırladık. Melih beyin yetiştirdiği Ispanakları pişirdik.
Önden tarhana çorbası yaptık ve akşam haberlerini dinleyerek karnımızı
doyurduk. Günün konusu elbette parlamentodaki yüce divan oylamasıydı. Ergün bey
merakla sordu;
“Emine Ülker Tarhan niçin
oylamaya katılmamış?”
Ona yanıt
verdim; “Tansiyonu yükselmiş, doktorlar dinlenmesini önermişler”
Osman Albay;
“Bu kadar mı? Biz akşama kadar yüksek tansiyonla koşuşturuyoruz burada.”
Hüseyin bey;
“Ben yazdığı açıklamayı okudum, sonucu belli oylama diyor.”
Zeynep hanım;
“O nedenle mi katılmamış? O zaman seçimlerden de uzak durur, en azından kendisi
için sonuçlar belli.”
Melih bey;
“İyi de arkadaşlar, seçim sonuçlarını neden yalnızca Emine hanım açısından
değerlendiriyoruz?”
Ben; “Çünkü
insanlar ona inanmışlardı. Çünkü bazılarımız önümüzdeki seçimlerde oy vermeye
hazırlanıyorlardı. Tansiyon sorunu nedeniyle böyle bir oylamaya katılmamak, hiç
de inandırıcı değil. Çoğu insan kandırıldığını düşünüyor galiba.”
Ergün bey;
“Doğru, ben öğleden sonra internette gezindim, herkes onu eleştiriyor. Hatta
kimileri şöyle diyor. Madem evinde oturuyorsun, artık dışarı çıkma, orada kal.”
Aramıza yeni
katılan Banu Hatun’a baktım. Dikkatle bizleri izliyordu.
“Banu hanım, siz ne diyorsunuz”
diye sordum.
Başka bir
yerde olsa, insanlar yeni geldikleri için çekingenlik hissederler. Ama başta da
söylediğim gibi çiftliğimiz asla yabancılık duymayız. Banu hanım bunu
kanıtlamak istermiş gibi hemen atıldı.
“Dünkü oylamanın kazananı kim
bilmiyorum ama kaybedeni Emine hanım oldu. Oylamaya katılmamasını halka iyi
anlatmalıydı. Tansiyon bahanesi yeterli değil. Bana da zayıf göründü. Tepkiler
üzerine bir şeyler söyleyecektir. Kim bilir, belki de olayın arkasında hiç
tahmin etmediğimiz başka şeyler vardır.”
Ergün bey;
“Ne gibi yani?”
Banu Hatun;
“Hakan Bayrakçı ısrarla parlamentoya bir dördüncü partinin girmesi halinde
AKP’nin iktidar olamayacağını söylüyor, bunun için de Emine hanımın Anadolu
partisini işaret ediyordu. Ve işin önemli yanı, pek çok kişi ona hak veriyordu.
Ama şimdi bakıyorum da, Emine hanım büyük bir yara almış gibi görünüyor. Biraz
bekleyip bilgilerimizi derinleştirmemizde yarar var.”
Aslında
tartışma daha da uzayacaktı. Ama Banu Hatun’un bu ilk gecesini siyaset
söyleşileriyle doldurmaya hiç niyetim yoktu. Bağlamayı çıkardım, (aslında uzun
zamandan beri çalmıyordum) hep birlikte türküler söyleyerek gece yarısını
yaptık. Böylece bir günü daha huzur içinde geçirmiş olduk. Acaba gelecekte hep
böyle olabilecek mi?
Komün Günlüğü 2
Çiftliklerde
günlerden Pazar olmasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü toprak ana asla tatil
yapmaz. Ancak kimsenin içinden çalışmak gelmediğinden bu günü yönetim
toplantısı zamanı olarak ayırdık. Öğleden sonra saat tam on dörtte salondaki
yirmi kişilik masanın çevresinde bir araya geldik. Sözü aramıza yeni katılan ve
en genç üyemiz olan Deniz’e verdik.
Deniz, buraya
geleli dört gün olmasına karşın ortama çabuk alıştığını, toprakla uğraşmanın en
zevkli iş olduğunu belirterek bize teşekkür etti ve şunları söyledi.
“İnanın on gün önce böyle bir
yaşam biçimi olabileceğini söyleselerdi inanmazdım. Topraktan her şeyi ama her
şeyi karşılıksız alabiliyoruz. Güneş ve rüzgar kullanabileceğimizden çok daha
fazla enerji veriyorlar. Ambarlar ağzına kadar yiyecek dolu. Cuma günü kullanamayacağız
lahanaları büyük baş hayvanlarla paylaştık.”
Ergün gülerek
araya girdi;
“Arkadaşımız yaptığı işten
öylesine büyük haz duyuyor ki, Cuma günü Engin’le bana yapacak iş bırakmadı. O
çalıştı biz seyrettik.”
Deniz;
“Evet, aynen öyle oldu. Bir kez
işin tadını alınca duramadım ne yapayım.”
Daha sonra
teknik ekibin raporuna geçtik. Özcan bey söz alarak durumumuzu özetledi.
Kanatlı ve büyük baş hayvanların gübrelerinden üretilen biyo-gaz miktarının
ihtiyacın çok üzerinde olduğunu, bu nedenle fazla gelen kısmın kalorifer yakıtı
olarak kullanılmaya başlandığını söyledi. Böylece rüzgar türbinlerinden iki
tanesi devre dışı bırakılmış.
En büyük
tartışma Banu hanıma verilecek tarım görevi sırasında ortaya çıktı. Çünkü kimse
onca emekle yetiştirdiği bahçesinin bakımını devretmek istemiyordu. Üstelik
Banu hanım daha önce hayatında hiç bahçe tarımıyla uğraşmamıştı. Bu nedenle
tartışmaları şaşkınlıkla izliyor, arada bir “bilmem ki, yapabilir miyim acaba”
gibilerinden sözler sarf ediyordu.
Sonunda yer elması üretiminin ona verilmesini Suna hanım kabul etti. Buna
karşılık teknik ekibin elindeki badana boya işleri ona devredildi.
Suna hanım;
“Ama benim de yapacak bir işim
olsun değil mi, insanın canı sıkılır” diye kendini savundu.
Zeynep hanım;
“Taze soğan üretimine sen
bakmıyor musun?”
Suna hanım;
“Taze soğanda yapacak bir şey
yok ki, soğanları dikiyorsun, kendiliklerinden çıkıyorlar. Bir tek gübreleme ve
sulamaya dikkat edeceksin o kadar.”
Ayşe hanım;
“O açıdan bakarsan hepimiz aynı
durumdayız. Benin marullarımda da durum farklı değil yani.”
Banu hanım
arada elini kaldırarak söz istedi;
“Sizlere teşekkür ederim ancak
ben hayatımda hiç yer elması yetiştirmedim. Hatta kaç yıldır ağzıma bile
koymadığımı söylesem inanır mısınız? Yani onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
İşi öğreninceye kadar Suna hanımın yanında stajyer olarak çalışsam. Sonra da
sizlere çay kahve yapsam? En iyi bildiğim iş çay ve kahvedir. Handa çay ocağı
çalıştırıyordum.”
Bu sözler
toplantı masasında bir duygu patlamasına neden oldu. Hatice hanım yerinden
kalkıp ona sarıldı. Onun bu son derece masum tavrı hepimizi etkilemişti.
Yıldız hanım;
“Hiç merak etmeyin, üç günde
bizlerden daha iyi yer elması çiftçisi olursunuz siz.”
Suna hanım
koşar adımlarla yan taraftaki kütüphaneye gitti, sonra elinde birkaç dosya ile
geri döndü ve onları Banu Hatun’un önüne bıraktı.
“Burada ihtiyaç duyacağınız her
türlü bilgi var. Önce bir okuyun isterseniz.”
Ben;
“Banu hanım, merak etmeyin, ilk
geldiğimizde hepimiz sizin gibiydik. Göreceksiniz o kadar da zor değil. Buradaki
ana fikir şu. Siz iyi eğitilmiş bir beyinsiniz. Yüksek okul bitirdiniz ve
ömrünüzün en verimli zamanlarını eğitimle geçirdiniz. Dolayısıyla öğrenmeyi
biliyorsunuz ve bu yeni bilgiler edilebilmemiz için fazlasıyla yeterlidir.”
Banu Hatun
hala kendine güvenemiyordu;
“Biliyor musunuz dün gece ne
düşündüm. Yıllarca okudum, çalıştım, pek çok şey öğrendim. Ama o bilgilerin hiç
birisi şurada işime yaramıyor. Sizler olmasanız kesinlikle açlıktan ölürüm. Tek
başıma hayatta kalmam mümkün değil.”
Özcan bey araya
girdi;
“Ama ben hayatta kalırım
kardeşim. Dağdan ot toplar gene karnımı doyururum.”
Banu Hatun;
“Ben de onu söylüyorum. Yaşam bu
denli basitken, onu karmaşık organizasyonlar haline getirmek nasıl bir düzen?
Deniz’in başta söylediği gibi, toprak her şeyi karşılıksız veriyor. Sizden tek
istediği biraz emek. O da bizde fazlasıyla var.”
Ben;
“O söylediğiniz kapitalizm Banu
Hatun. Kapitalizm, dünya üzerinde olmaması gereken en zor örgütlenme biçimidir
ve ne yazık ki gerçekleşmiştir. Ondan kurtulmadıkça dünya huzur görmeyecektir.
Doğaya ve insana öylesine terstir ki, yaptığı her eylem doğanın yıpranmasına,
yıkılmasına, insanın mutsuzluğuna yol açar. Kapitalizmde bir avuç kapitalist
dışında kalan herkes, yani bizler, yaşamın zavallı piyonlarından başka bir şey
olamayız.”
Hüseyin bey;
“Bu konuda içimizdeki en
kapitalist adam da sendin galiba değil mi? Holdinglerin falan vardı senin.”
Ben;
“Doğru, bir zamanlar herkesin
olmak istediği kadar çok param vardı. Sanıyordum ki mutluluğu para ile satın
alabilirim. Oysa para kazanmak için yaptığım her hamle, sanki bir oyunun
geçilmesi gereken zorunlu bölümü gibiydi. Orayı geçiyordum ama karşıma yeni bir
bölüm çıkıyor, yeni rakiplerle yarışmam gerekiyordu. Üstelik her seferinde
durum daha da tehlikeli hal alıyor, risk artıyordu. Oyunu iyi oynamazsanız,
önceden kazandıklarınızı da kaybedebilirdiniz. Dolasıyla satın alabileceğiniz
bir mutluluk gerçekte hiç yoktu. Yalnızca kazanmaya, daha çok kazanmaya
odaklanmış duygusuz siborglara dönüşüp, varlığınızın anlamını hiç sorgulamadan
yaşamınızı harcıyordunuz.”
Melih gülerek
araya girdi;
“Ama sen paçayı kurtarmışsın
galiba.”
Ben;
“Evet, bir gün uçakla ABD’ye
gidiyordum. Yanımdaki adam uyuyakalmıştı, elindeki kitap kucağıma düştü. Ben de
şöyle bir karıştırayım dedim. Volter’in Kandid isimli eseriydi. Onu okumaya
başladım ve hayatım değişti. Çünkü mutluluk satın alınabilen bir şey değil.
Volter onu benden üç yüz yıl önce bulmuştu, ben ise yeni fark ediyordum.”
Toplantımız
çeşitli konularla neredeyse akşama kadar sürdü. Sonra her zaman olduğu akşam
yemeğini hazırlamaya giriştik. Bir ara pencerenin önüne oturup dışarıya baktım.
Yaşamımın en güzel anlarından birisindeydim yine. Karnım tok, hiçbir yerim
ağrımıyor ve sevdiğim dostlar arasında kahvemi yudumlayarak denizi seyrediyorum.
Üstelik dün de aynı şeyleri düşünmüştüm sanki. İnsan başka ne isteyebilir değil
mi?
Komün Günlüğü 3
Üç gündür
aralıksız yağan yağmur bu sabah kesildi, öğleden sonra güneş yüzünü gösterdi.
Ama tarlalar diz boyu çamur içinde. O nedenle çiftlik sakinleri kelimenin tam
anlamıyla eve hapsolmuş durumda. Kapitalist düzende, çalışma hayatı olağan üstü
fırtınalar, depremler hariç, öyle iki gün yağmur yağdı diye kesilmez. Çünkü
kapitalizmde emeğin ürettiği değerin her zerresi önemlidir. Bu nedenle emekçiler (halk değil)
asla ara veremezler. Gün doğmadan kalkıp işe giderler, gün batınca geri
dönerler. İki lokma yemek ile karınlarını doyurup, kendilerini yatağa zor
atarlar. Çünkü aralıksız sekiz, on saat çalışmışlardır. Onlardan daha fazla
eylem beklemek zaten haksızlıktır.
Oysa çiftlik
yaşamı öyle değil. Ambarlarınızda karnınızı doyuracak malzeme olduğu sürece,
yağmur her yönden nimettir. Çünkü bir yandan tarlalar olabildiğince iyi
sulanır, diğer yandan bütün gün yapacak hiçbir işiniz yoktur. Eskiler böyle
durumda ne yaparlarmış bilmiyorum ama bizler fırsatları daha iyi
değerlendiriyoruz. Suna hanımın öncülüğünde salonda topluca resim sanatı
üzerinde çalışıyoruz. Suna hanım diyor ki;
“Gerçekte yeteneksiz insan
yoktur. Herkesin bir yeteneği vardır ama zaman içinde bu kaybolur. Önemle olan
yeteneğinizi kaybetmeden ortaya çıkarmaktır.”
Ama Osman
Albayım aynı fikirde değil. Diyor ki;
“Önemli olan kaybettiklerimizi
yeniden keşfetmektir. Çünkü benim yaşım altmış, bildiklerim çok geride kalmış.”
İki gün
boyunca minicik taşları boyayarak resmen bir köy oluşturduk. Hatta camisi bile
var. Sonra onları bahçeye yerleştirdik. Güneş çıkınca bir de baktık ki canlı
renklerle bahçe değişivermiş.
Aslında ülke
olarak çok önemli günlerden geçiyoruz. Melih bey sürekli olarak çalışıyor,
okuyor, özetler çıkarıyor. Ergün ile Zeynep de iki gün boyunca bilgisayarın
başından hiç ayrılmadılar. Ve dün gece bize ilginç bir video gösterisi
sundular, Paris’teki Çarli Hedbo katliamına ilişkin çeşitli kaynaklardan elde
edilen görüntüleri izlettiler. Daha sonra Zeynep hanım söz aldı.
“Bir çoğumuz İngilizce olan
orijinal dili anlamamış olabiliriz ancak sinemanın o büyülü anlatım biçiminden,
söylenmek istenenlerin açık biçimde belli olduğunu düşünüyorum. Buradaki
görüntülerden çıkaracağımız sonuç şudur. Paris baskını sahte karelerle
doludur.”
Ergün bey
ekrana bir fotoğraf yerleştirdi, Zeynep hanım resim üzerinden konuşmasını
sürdürdü.
“Şimdi,
az önce gördüğümüz gibi polisin kafasına yakın mesafeden ateş edilmiş, polis
ölmüştür. Ama ortalıkta hiç kan yoktur. Biz, görüntüdeki direk ile polisin
yattığı yer arasındaki uzaklığın 100-120 cm olduğunu tahmin ettik. Şimdi lütfen
diğer fotoğrafa bakalım.
Bu resim de SKYNEWS’In yayınından alınmıştır.
Ortalıkta geniş alana yayılmış kan vardır. Ama kanın yoğunlaştığı (yani aktığı
yer, yandaki direk kerteriz alındığında yalnızca 50 cm kadar uzaktadır. Oysa
polisin yattığı yer onun iki katı kadar daha uzak bir noktadadır. Gerçi
doğrudan inceleyemeyiz ama yerdeki kırmızılıklar bize pek kanmış gibi de
görünmedi açıkçası.”
Ergün bey
yaktı,
“Konuyla ilgili olarak sorusu
olan var mı?” dedi.
Neredeyse
herkes elini kaldırmıştı. İlk sözü Yüksel bey aldı;
“Olayları gördüm de, bana
gerçekten inanılmaz geldi, yani şimdi ölenler aslında ölmedi mi?”
Zeynep
gülerek devam etti;
“Yani 13 Ocak’ta Paris’te
düzenlenen ve Fransa Cumhurbaşkanının da katıldığı tören, aslında bir tiyatro
gösterisi miydi diye soruyorsunuz. Bu konuda benim kişisel düşüncem, listedeki
bazı kişilerin aslında ölmediği ve hayatta olduğu yolunda. Bunlar düzenlenen
senaryonun parçaları olarak oradaydılar ve görevlerini yaptılar. İncelediğimiz
sahte ölüm sahnesi bunların eseri. Ama kanımca karikatüristler gerçekten
vurulmuş olabilirler. Çünkü onlar yalnızca İslam’a karşı karikatürler
çizmiyorlardı. Ciddi bir toplumsal muhalefete sahiptiler. Onların ölümüyle
karşı taraf bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Birincisinde İslam’a karşı arzulanan
tepki sağlandı ve ileride kendilerine zorluk çıkarabilecek önemli muhalif
isimler yok edildi. Dahası, Fransa’daki muhalefete de göz dağı verilmiş oldu.”
Gülçin hanım
araya girdi;
“Bana hiç de mantıklı gelmiyor,
böyle bir eylem için çok önemli nedenler olması gerek mi yor mu?”
Zeynep;
“Kesinlikle gerekiyor. Benim
yine kişisel yorumum, şöyle. 2 Aralık 2014 günü Fransız Parlamentosu Filistin’i
tanıyan bir karar tasarısını kabul etti. Ardından Holland, 7 Aralıkta Rusya’da
Putin ile görüştü muhtemelen ona destek verdi. Bu iki hamle bilin bakalım kimin
hoşuna gitmedi?
Şevket bey;
“ABD’nin”
Zeynep;
“ABD dolayısıyla İsrail’in.
Sanırım Ergün bey de katılacaktır, bizim düşüncemiz şöyle. ABD, çizgi dışına
çıkmaya başlayan Fransız dış politikasına bir yön vermek için bu eylemi
planladı. Üstelik bunun için Fransa polisini kullandı. Yani eylem içten
yapıldı. Bir çeşit Fransız derin devletinin hükümete ültimatomu biçimindeydi.
Dün gece
odama doğru ilerlerken kafam karma karışık olmuştu. Örneğin Fransa neden durup
dururken Filistin’i tanıma ihtiyacı duymuştu? Holland Putin’e hangi desteği
vermişti? Zeynep hanımın söylediği nedenler beynimde oluşan soruları tam olarak
açıklamıyordu ama önüme konan delilleri de görmezden gelemezdim. Böylesi
durumlarda yapılması gereken en iyi şey kaliteli bir şarap açıp, kitap
okumaktır. Çünkü günümüzde TV ekranlarından söylenen hiçbir şeyin gerçek
olmadığını biliyoruz. O halde neden şaşırıyoruz ki?
Video
adresler:
https://www.youtube.com/watch?v=PBP3fjOQ_uw
https://www.youtube.com/watch?v=6hnz68pxD50
https://www.youtube.com/watch?v=K3DdtFz4zL4
https://www.youtube.com/watch?v=roc6vHY6vTI
https://www.youtube.com/watch?v=vZceMEQ9Jhs
Komün Günlüğü 4
Bir de
baktım, Banu Hatun elleri sarılı öylece ortalıkta dolaşıyor. Telaşla ne olduğunu sordum. Gülerek bana
döndü;
"Çiftçinin acemisi benim
gibi ellerini bir defada kabartır" dedi.
Gece esen
kuvvetli rüzgarla toprak biraz olsun kurumuştu. Banu Hatun da okuduğu yer
elması notlarından, hasat için uygun zaman olduğunu düşünüp elinde çapa ile
girmiş bahçeye. Öğleye kadar yer elması köklemiş. Ve topladıklarını eve
taşıdığı zaman avuçlarında bir yanma hissetmiş.
Bir de bakmış ki iki avucunda da üç tane su toplamış kabarıklık var.
Yıldız hanım yardımına koşmuş, ilaç sürüp sarmışlar.
"Niye eldiven takmadınız?"
diye sordum.
Boynunu büküp
yanıt verdi;
"Ellerimin böyle olacağı
hiç aklıma gelmemişti ki. Ama bundan sonra kesinlikle eldivensiz dolaşmam. Ben
yeterince ders aldım."
"Sanıyorum bu sayede yer
elmasını geri dönülmez biçimde belleğinize işlemişsinizdir."
"Kesinlikle. Hemen size
öğrendiklerimi sıralayayım. Yer elması Marmara'dan Hataya kadar olan sahil
şeridinde bolca yetişebilen bir bitkidir. Ayçiçek ile aynı aileden gelir, ona
benzer çiçek açar. Hem zeytinyağlı yemeği yapılır, hem de çiğ tüketilebilir.
Bakım istemez, yalnızca gevşek toprak yeterlidir. Köklediğimiz yer elmasından
bir parça toprağa gömmemiz yeniden çoğalmasını sağlar. Bizim yaptığımız gibi,
çoğunlukla tarlaların sınırlarına dikilir. İyi yanmış hayvan gübresi idealdir
ama kompost da kullanılır ki biz burada zaten kimyasal gübreleme düşünmüyoruz.
Yağış yeterli olursa su istemez ama kurak dönemlerde sulamak gerekebilir.
Bitkinin çiçek açıp da solmaya başladığı dönem hasat zamanını gösterir. Ancak
depolamaya karşı çok hassastır. Hızla su kaybederek süngerleşir ve albenisini
kaybeder. O nedenle ihtiyaç duyuldukça topraktan çıkarmakta yarar vardır."
Banu Hatun
bir an durup ellerine baktı, sonra devam etti;
"Ama yer elmalarını
topraktan çıkarırken mutlaka eldiven takılmalıdır."
Hemen yanımızda
bizi dinleyen Yıldız hanım kahkaha attı;
"Bence dersin en önemli
bölümü burası" dedi.
Ben;
"Aslında yer elması kilo
sorunu yaşayan insanların temel besini olmalıdır. Çünkü neredeyse sıfır
enerjilidir buna karşın ciddi biçimde tokluk hissi yaratır. Ayrıca A, B ve C
vitaminlerince çok zengindir. Şekeri ve kolesterolü düzenler. Dolayısıyla
diyetlerin vazgeçilmez besinidir."
Yıldız hanım
bir bana bir de göbeğine baktı;
"Anladım, siz bunu bana
söylüyorsunuz ama inanın rejimimi dikkatle uyguluyorum. Benim en çok yediğim
sebzelerin başında yer elması geliyor. Öğle yemeği yerine üç tane yer elması
soyuyorum, akşam üstüne kadar idare ediyor. İkindi vakti rendelenmiş havuç ve
beş tane zeytin ile şekersiz çaydan oluşan çay saati beslenmesiyle akşama kadar
açlık hissetmeden dolaşabiliyorum."
Banu Hatun,
Yıldız hanımı şöyle bir süzdü;
"Peki kilo verebiliyor
musunuz?"
Yıldız hanım;
"Ne gezer, şu ilerde
gördüğün Ayşe hanım var ya, incecik, kürdan gibi, öyle kekler, pastalar,
börekler yapıyor ki, bizim rejim alt üst oluyor. Doğru dürüst bir çizgi
tutturamıyoruz. Onun yediğini ben yesem fıçı gibi olurum ama o…"
Araya girdim;
"Sonuçta her şey insanın
genlerinde yazılı. Ama bence bu çiftlikte nişastalı besinleri yavaşça
kaldırmamız gerekiyor. Çünkü bana göre yanlış olan şey nişastalı yiyecekler.
Kök bitkileri gibi bazı türlerde bulunan nişasta onların temel besinini
oluşturmuyordu. Oysa günümüzde insanlar ekmeksiz sofra düşünemiyorlar. Kanımca
asıl hata burada" diye ilave ettim.
Banu Hatun,
bu konuda ben de varım dercesine atıldı.
"O zaman baklagiller
bilinmiyor mu?"
"En azından bazılarının
bilindiğini kabul edebiliriz. Ama benim söylemeye çalıştığım şey, insanın
evriminde nişastanın asla temel besin olmadığı."
"İyi de o zaman da yiyecek çok az şey kalıyor. Örneğin
kahvaltıda tereyağlı ekmeğin yerine ne koyabiliriz?"
Yıldız Hanım;
"Bence de, nişastalı
yiyecekleri menüden çıkarınca geriye ne kalıyor? Ispanak, pırasa, turp, havuç.
Bunlarla da ömür geçmez ki."
Banu Hatun
Yıldız hanımı destekledi.
"Evet ya, aynen katılıyorum.
Doyurucu olan her şeyin içinde nişasta yok mu?"
"Hayır, öyle değil"
diyerek karşı çıktım. " Bundan yirmi bin yıl önce atalarımız nasıl
besleniyorlardı?"
Yıldız Hanım
omuzlarını silkti;
"Bilmem, uzman
sizsiniz."
Banu Hatun
merakla sordu;
"Peki eski insanlar yemek
yapmasını bilmiyorlar mı?"
"Elbette biliyorlar. Toprak
kaplarda her türlü yemeği pişirebilirler."
Yıldız Hanım;
"O zaman sabah
kahvaltısında çorba içebilirler. Bizim köyde yakın zamana kadar sabahları çorba
içilirdi zaten."
Hemen ilave
ettim;
"Ama çorbayı ekmeksiz
içeceksiniz."
Banu Hatun
güldü.
"Saat sekizde üç tabak
çorba içsek, saat onda kurt gibi acıkırız."
"Tamam, çorbanın yanında
büyücek bir peynir parçasıyla yumurta yediğimizi varsayalım. Öğleye kadar bizi
tok tutmaz mı?"
Yıldız Hanım;
"En azından beni tutar.
Peki öğleyin ne yiyecektik?"
"Dün akşamdan kalma ne
var?"
"Kıymalı ıspanak."
"Tamam, bol yoğurtlu
kıymalı ıspanağı öğle yemeğinde tükettik. Elbette ekmeksiz. İyice doyuncaya
kadar yiyebilirsiniz. Sınır yok."
Banu Hatun;
"Şimdi öğlen on ikide yemek
yesek, ben akşam üstü saat dört ya da beş gibi acıkırım."
"Kesinlikle. Şimdi bahçeye
çıkıp ağacından kopardığımız portakallarla karnımızı doyurabiliriz."
Yıldız hanım;
"Beni tutmaz ki, yanında
tok tutucu bir şey gerekiyor."
"Örneğin ceviz için ne
dersin? Şöyle on tane ceviz ve badem meyvenin yanında yesek."
"Bak onlar beni tok tutar.
Cevizi daha önce denemiştim."
Banu Hatun
yüzünü buruşturdu;
"Akşama da pırasa mı
yiyeceğiz şimdi?"
"Hayır, artık bol proteinli
yemeklere geçebiliriz. Bence etin her türlüsünden doyuncaya kadar
yiyebiliriz."
Yıldız hanım;
"İyi de akşam yemeğini
hafif yemek gerekir demezler mi?
Banu Hatun;
"Evet ya, şimdi dolu
midelerle mi yatağa gideceğiz?"
Düzeltme
yapma gereği duydum.
"O zaman öğle ve akşam
yemeklerinin yerini değiştiririz. Öğlen daha çok et yeriz. Akşama da yoğurtlu
ıspanak. Ama kişisel olarak ben akşam yemeğini daha doyurucu yerim ki, geç
vakitlere kadar çalışabileyim."
Banu Hatun
şöyle bir düşündü;
"Evet ya, neden olmasın?
Hiç ekmek tüketmeden, doğrudan meyve ve sebze ile beslenme biçimi daha sağlıklı
beslenme sağlayabilir."
O ana kadar
uzaktan bizi dinleyen ve hiç söze karışmayan Gülçin anım araya girdi.
"Benim gıda fakültesinde
bir arkadaşım vardı. Ekmek yemezseniz B gurubu vitaminleri alamazsınız
derdi" dedi.
Hayır
anlamında başımı salladım;
"Çiftliğin kimyacısı olarak
buna çok katıldığımı söyleyemeyeceğim. Çünkü kök bitkilerden yeterince B gurubu
vitamini alabiliriz. Kaldı ki ben hiç
unlu madde yememekten de söz etmiyorum. Örneğin makarna, protein ve vitamin
içeriği ile unlu mamuller arasında vazgeçemeyeceğimiz besinlerdendir. Keza
pilava da öyle. Ama bunları olabilecek en az düzeye indirmeli, temel beslenmeyi
meyve, sebze ve kuru yemiş üzerinden gerçekleştirmeliyiz."
Yıldız Hanım
güldü;
"Ama bence en önemlisi
sizin Ayşe hanımın mis kokulu börekler açmasını engellemenizdir. Bunu
başarırsanız geresi zaten gelir."
Komün Günlüğü 5
Arada bir
güneş açsa da, havaların çoğunlukla yağışlı geçmesi tarlalara girişi engelliyor.
Soğuk hava depolarında korunan, önceden topladığımız ürünleri kullanıyoruz.
Ancak stoklar tehlikeli biçimde azalıyor. Örneğin Yıldız hanımın sorumluluğunda
olan lahana tarlasında hala ürün var. Onları toplamamız gerekiyor ama çamur
yüzünden elimizden bir şey gelmiyor. Dahiyane çözüm teknik bölümümüzden geldi.
Tahtalardan, yarım metre genişliğinde, iki metre uzunluğunda ızgaralar çaktılar.
Bunların üzerinde çamura batmadan yürüyebiliyor, tarlalardaki işlerimizi
yapabiliyoruz. Gülçin hanım çok mutluydu. Yağmurla havada yürümeye bayılırmış.
Şimdi ise sağanak altında çamurun içinden turpları söküyormuş. Sonra onları
havaya tutup, yağmur damlalarıyla temizlenişi izlemek hoşuna gidiyormuş. Beril
hanım kuşkuluydu;
"Ama ıslak ıslak çalışırsak
hasta olmaz mıyız?" diye sordu.
Hatice hanım
yanıtladı.
"İşi bitirdikten sonra
sıcak bir banyo alırız, ardından da salona oturup kahvemizi yudumlarız. Bundan
daha güzel ne olabilir?"
Günün en
tartışma yaratan konusu Beril Hanımla Deniz arasında yaşandı. Beril hanım onun
üniversiteye devam etmesini istiyordu, Deniz ise
"Yahu ne işim var benim
üniversitede, oradan mezun olup diplomalı işsizler ordusuna mı
yazılacağım" diyerek kendisini savunuyordu.
Denize hak
vermekle birlikte üniversite eğitiminin yalnızca diploma anlamına gelmediğini,
işin bir de kültür yanının bulunduğu söylediğimizde bu kez Banu Hatun atılıyor,
"İyi ama şu andaki
üniversitelerde kültür diye bir şey kaldı mı" diyerek bizleri
susturuyordu.
Sonunda çözüm
Yüksel hocadan geldi. Kendisi uzun yıllar üniversitede matematik dersi
vermişti. Bize, çiftlikte kendi üniversitemizi kurmamızı önerdi. Önce çok
şaşırdık, garipsedik. Ancak düşündük ki, elin imamı bir telefonla beş dakikada
yandaş üniversite kuruyorsa, biz de
kendi bilim yuvamızı oluşturamaz mıyız? Kısa bir toplantıdan sonra ortaya çıktı
ki eğitim alanında hiç de eksik değiliz. Çünkü kendimiz olmasak bile, konusunda
uzman pek çok kişi tanıyoruz ve onları çiftliğe davet edip, bir güzel ağırlayıp
Deniz'e ders vermelerini sağlayabiliriz. İşte tam bu noktada ikinci tartışma
çıktı. Çünkü Ergün bey ileri atılıp,
"Ben de üniversiteyi
okuyamamıştım. Yüksek tahsil yapmak hep içimde bir uhdedir. Hiç olmazsa burada
dersleri takip etmek isterim" dedi.
Şevki bey
bunu bekliyormuş meğer;
"Aynen, ben de aynen
öyle" diye ilave etti.
Sonunda
ortaya çıktı ki, bizim üniversitemizde, çiftlik çalışanlarının yarısı öğrenci
olmaya adaydır.
Yüksel Hoca
uyardı.
"Bakın şimdiden söylüyorum,
eğitim dediğiniz şey ciddi bir iştir. Eğer dersleri sulandırmaya kalkarsanız,
kim olduğunuza bakmaz, sınıftan atarım."
Deniz merakla
sordu;
"İyi de ben bu üniversiteyi
bitirince ne olacağım?"
Doğrusu bunu
hiç düşünmemiştik. Yüksel hoca pratik zekasıyla hemen yanıtladı.
"Çiftlik Mühendisi."
Öneriyi
alkışlarla kabul ettik ve dünyanın ilk çiftlik mühendisliğini böylece kurduk.
Toplantımızı
orada bitirebilirdik ama Osman Albay söz aldı. Oldukça endişeli görünüyordu.
Sanki yeni kurduğumuz üniversite onu hiç etkilememiş gibiydi.
"Arkadaşlar, dikkatinizi
biraz dış politikaya çekmek istiyorum" diye söze başladı.
"Ukrayna'da Donetz
bölgesinde şiddetli çatışmalar oldu ve hava alanı ile çevresi halk cumhuriyeti
taraftarlarının eline geçti. Çatışma bölgesinin görüntüleri bizlere ulaştığında,
ortaya çıkan yıkım gücünün herkesi endişelendirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Dünya hızla savaşa doğru ilerliyor. Almanya ile Fransa, son bir gayretle
Rusya'yı ikna etmeye çalışıyor. Bu nedenle Kiev, Moskova ve Münih'te
toplantılar yapıldı. Perşembe günü için Minsk'te toplantılara devam kararı
alındı. Dünya hızla bir savaşa doğru sürükleniyor."
Ayşe Hanım
elini kaldırdı;
"Ama bizim televizyonlarda
hiçbir şey yok."
"Yok, çünkü toplumlar en
çabuk dış tehditlere karşı birleşirler ve Türk toplumunun böyle bir şey yapması
istenmiyor. Olası savaşta en cephenin güney kanadını Anadolu toprakları
oluşturacak ve korkarım büyük yıkıma uğrayacağız."
Salonda bir
şaşkınlık dalgası yükseldi. İnsanlar inanmakta zorluk çekiyorlardı. Osman Albay
devam etti.
"Bakın, burada ikna
edilmesi gereken toplum biz değiliz. Avrupalılar. Çünkü kapitalizm bunalımdan
çıkmak için her şeyi yıkıp yeniden yapmak zorunda. Avrupalıların önüne öyle
gerekçeler konmalı ki, insanlar gözünü kırpmadan bütün birikimlerini,
tasarruflarını kapitalistlerin emrine versinler, bu sırada kendileri de
olabilecek minimum koşullarda yaşasınlar. Bunun savaştan başka yolu
yoktur."
Zeynep hanım
araya girdi;
"Evet, Paris baskınını
incelerken buna benzer düşünceleri görmüştük."
Osman Albay;
"Teşekkür ederim Zeynep,
önümüzdeki günlerde çok önemli gelişmelere tanık olabiliriz. Bizim
televizyonlar ne derse desin, uluslar arası haber bültenlerini dikkatle
izlemeliyiz."
Yüksel hoca
güldü;
"İyi de, biz ne yapabiliriz
ki?"
Osman Albay;
"Bence çiftliğimizin güvenliğini
sağlayacak planlar hazırlayarak işe başlayabiliriz. Dolayısıyla olağan üstü
durumda ne yapacağımızı baştan biliriz."
Ayşe hanım
itiraz etti.
"Tamam, biz plan
yapabiliriz ama benim İzmir'de akrabalarım var. Onlara ne olacak?"
Osman Albay;
"Kanımca herkes kendi
olağan üstü durum planını oluşturmalı. Kişisel görüşüm bizimki gibi çiftlikler
kurmak, bu savaştan canlı çıkmanın bir yolu haline gelebileceğidir. Hatta
kimseye görünmeden, tümüyle yer altında yaşamak en güvenli yöntem olabilir.
2015 olağan üstü durumlar yılına, kısaca kaos dönemine giriş olarak tarihe
geçebilir."
Bu sözler
üzerine salondakiler kendi aralarında tartışmaya başladılar. Çünkü tehlikeyi
fark etmişlerdi. Önümüzdeki günlerde çiftliğimizin güvenlik paketini
oluşturmaya karar vererek akşam yemeği hazırlıklarına geçtik. Oluşan karamsar
havayı dağıtmak için akşam yemeğinde herkese şarap dağıttım. Mangalda
kızartılmış et ve şarap, bizi kısa sürede keyiflendirdi, geceyi neşeli
türkülerle bitirdik. Ama yatağa başımı koyduğumda, çiftliğin güvenliğini daha
ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. Çünkü Osman Albay haklıydı.
Komün Günlükleri 6
Ayşe hanım
hastalandı. Kendi aramızda, ne güzel bu yıl kimse gribe yakalanmadı diye
konuşuyorduk ki, bir de baktık arkadaşımız ateşler içinde yatıyor. Muhtemelen
sırayla bütün çiftlik sakinleri hastalanır. Ama doğanın düzeni böyle, ne kadar
önlem alsak yine de bir yerden açık veriyorsunuz. Ayşe hanımın ateşini
düşürdük, tansiyonunu takibe aldık, düzenli ilaç vermeye başladık. Kendisine
salonun deniz manzaralı köşesinde özel bir koltuk yaptık, battaniyelere sarıp
oraya oturttuk. Osman Albay'ın eşi Ayla hanım bitkilerden, et sularıyla
hazırladığı özel çorbalar yedirmeye başladı. Ergün bey bir yerlerden bal
bulmuş. Her gün kocaman bir kaşık veriyor. Önceki gece Ayşe hanımın gözleri
yaşardı, hepimize teşekkür etti.
"Burada olduğum için çok
mutluyum, eğer şehirdeki evimde yaşasaydım, şimdi tek başıma yatakta titriyor
olurdum. Kimse kapımı çalmazdı" dedi.
Ayşe hanım
çok erken evlendirilmiş. Kendi deyimiyle kocası olacak adama on yıl dayandıktan
sonra tek kızını alarak evi terk etmiş. Ailesi ona destek vermemiş. Onların
anlayışına göre, boşanmak asla mümkün değilmiş. Bir cesaret, herkese boş
vermiş, çarpmış kapıyı çıkmış gitmiş. Çeşitli işlerde çalışarak kızını okutmuş.
Sonra da günü dolunca asgari ücretin birazcık üzerindeki maaşıyla emekli olmuş.
Kızı evlenip İstanbul'a yerleşince de İzmir'de tek başına kalmış. Bizim Melih
beyin aracılığı ile komünümüze katıldı. Şimdi burada Marul yetiştiriciliği
yapıyor. Eğer damadını ikna edebilirse, kızının da bize katılmasını istiyor.
Ama günümüzde gençleri İstanbul'dan koparıp, komün yaşantısına döndürmek pek
kolay değil.
Tarlalar hala
aşırı ıslak. Mart ve Nisan ayında dikilecek fidanlar için hazırlık yapmamız
gerekiyor. Toprak biraz kurursa, birkaç kez çapalayıp gübreledikten sonra
dinlenmeye bırakacağız. Üç tane biyogaz tankımız var. Havaların soğuk
gitmesiyle yarısını neredeyse tükettik. Gaz üretimi biten tankın altındaki
gübreyi sulandırarak kurutma yataklarına çekiyor, açık havada kurutuyor,
toprakla karıştırarak tarlalara atılacak hale getiriyoruz. Tüm bu işleri teknik
ekip yapıyor. Ama her yere yetişmeleri mümkün değil. O nedenle Zeynep, Hatice
ve Banu hanımlar da onlara katılıyor.
Akşam olunca
bazılarımız TV serisi izlemek üzere odasına çekiliyor. Kalanlar ise salondaki
büyük masanın çevresinde toplanıp günlük politika konularını görüşüyorlar.
Genelde büyük televizyon yalnızca belgesel izlenmek için kullanılıyor ama bu
gün durum farklı. Neredeyse herkes güvenlik paketine kilitlenmiş durumda. Hangi
kanalı çevirsek birileri halkı yönlendirmekle meşgul.
Melih bey,
Osman Albay'a dönerek;
"Siz bir asker olarak bu
paket için ne diyorsunuz?" diye sordu.
Osman Albay o
sırada ekrandaki Süleyman Şah harekatına ait görüntüleri işaret etti.
"Aslında öncelikle şu
harekata bir göz atalım. Askeri açıdan TSK'nın başarısına hiç sözümüz yok,
gittiler ve kutsal emanetleri alıp geldiler. Ancak, burada dikkat edilmesi
gereken temel sorun, neden buna gerek duyulduğudur. Neredeyse doksan yıldır
asla tehdit altında olmayan Süleyman Şah türbesi, neden tehlike altına
girmiştir? Bu sorunun yanıtı çok açık şekilde AKP politikalarında
gizlenmektedir. Atatürk'ün çizdiği barışçı yoldan ayrılıp, doğrudan taraf
olursanız, doğal biçimde bunun sonuçlarına katlanırsınız."
Ayşe hanım
kısık sesle koltuğundan araya girdi,
"Peki orayı koruyamazlar
mıydı?"
Osman Albay;
"Elbette koruyabilirlerdi
ama bunun bir faturası olurdu. Üstelik bunun gerekliliği de tartışılırdı. Bir
asker olarak ben size şunu söyleyebilirim. Türk Ordusu algı yönetimi açısından
son yıllarda önemli adımlar attı. Süleyman Şah türbesinin taşınmasına da bu
gözle de bakabiliriz. Yani ordumuz bir savaş hazırlığı içinde olduğunu açıkça
belli etmiştir."
Zeynep hanım;
"Kiminle savaş, Suriye ile
mi?"
Osman Albay;
"Hayır, dışarıdan görülen
düşman Işid. Ama onun arkasında başka güçler de hedef alınabilir."
Yüksel bey
yüzünü buruşturdu;
"Ben matematikçiyim ama bir
kelime bile anlamadım. Kim kimle savaşıyor şimdi?"
Melih bey
gülerek yanıtladı;
"Önemli değil hocam, bizim
için fark etmiyor. Her durumda zor günler bizi bekliyor."
Osman Albay;
"Kesinlikle öyle, güvenlik
paketini de bu çizgide ele alabiliriz. Hükümet bu yasaya gerek duyuyor, çünkü
onlar önümüzdeki günlerdeki hareketliliği görüyorlar."
Zeynep hanım;
"Seçimlerle ilgili olanı
mı?"
Osman Albay;
"Hayır, seçimlerin
zamanında yapılabileceğinden bile kuşkuluyum. PKK, doğal olarak seçimlerden
önce somut kazanımlar elde etmek istiyor. Hükümet ise buna soğuk bakıyor. Benim
gördüğüm her iki tarafın da restleşmek üzere olduğu."
Melih bey
araya girdi;
"Bu paket üzerine biraz
düşündüm. Aslında bence AKP bu seçimlerde zorlanacağını, hatta iktidarı
kaybedebileceğini gördü. Şimdi ortamı gererek ve bu ortamda rahatça
kullanabileceği yasalar düzenleyerek, PKK'yı savaşa itiyor. Böylece doğacak
kaos ortamında yapılacak seçimlerden değil dört yüz, beş yüz elli milletvekili
bile çıkarabilirler."
Hepimiz
hayretle Melih beye döndük, Şevket bey;
"Neden olmasın, bence
olabilir" diyerek destekledi.
Melih bey devam
etti;
"Planın bu kadar olduğunu
da sanmıyorum. Diyelim ki PKK bu tahrike gelmedi ve seçimlere olaysız girildi.
Hükümeti bekleyen başka bir tehdit daha var. O da ekonomik durum. Normal
koşullarda 2015 yılını tamamlamaları bile mümkün değil. Eğer ellerinde yeterli
yasalar olursa, o zaman halkın elinde ne var ne yok toparlayarak kendi
ekonomilerini düze çıkarmayı deneyebilirler. Elbette bu kolay olmayacaktır.
Gösteriler, karşı çıkışlar gündeme gelecektir. İşte güvenlik paketi bu durumda
da hükümetin elini rahatlatır."
Yüksel hoca
umutsuzca elini salladı;
"Yani öyle de böyle bu yasa
bizi vuracak. Ya ortalık kan gölüne dönecek ya da hükümet yasal olarak bizi
soyup soğana çevirecek. Peki çözüm?"
Bu soru
üzerine salonda bir sessizlik oldu. Herkes birbirine baktı ama kimse çözüm
konusunda bir şey söyleyemiyordu. Yavaşça ayağa kalktım;
"Arkadaşlar, çözüm
biziz" dedim ve devam ettim.
"Çözüm biziz, çünkü burada
olan şeyler kapitalizmin her zaman başvurduğu bilindik yöntemler. Son on yıldır
ekonomik bunalımdan çıkamadılar. Savaşa ihtiyaçları var. Şimdi, nükleer
silahlara başvurmadan olabilecek en yüksek yıkıma sahip bir savaş yöntemi ile
eski ekonomik düzeni yıkıp yeni kapitalist sistemi oturtacaklar. Bunun için de
milyarlarca insanı yok etmekten çekinmeyecekler. Çözüm dediğiniz zaman
anlamamız gereken şey, bu yıkıntıdan canlı çıkmanın yolları ve kapitalizmin
yeniden kurulmasının engellenmesi akla gelmelidir."
Ergün bey;
"Böyle bir çözüm olabilir
mi?"
"Elbette olabilir, işte
bizim çiftlik en iyi yanıttır. Çünkü savaşı olabildiğince hasarsız
atlatabiliriz. Çiftliğimiz, büyük kentler ve yerleşim yerleri gibi hedefte
değildir. Dahası, kendi savunma sistemimizi kurabiliriz ki bildiğim kadarıyla
Osman Albay zaten bu konuda çalışıyordu. Kapitalizmin engellenmesine gelince.
Elbette tek başına bizim çiftlikle kapitalizm devrilemez. Ama insanlar bizim
gibi yaşamaya başlarlarsa, işte o zaman kapitalizm tehlikeye düşer. Çünkü
kapitalistin ayakta kalabilmesi, ürettiği malı satmasına bağlıdır. Oysa biz
çiftliğimizde böylesi malları hiç kullanmıyoruz. Dolayısıyla müşteri olmaktan
vazgeçersek, basitçe evet çok basitçe kapitalizm çöker."
Ergün bey
güldü,
"Ama insanlar büyük
şehirlerde oturup marketlere müşteri olmaya devam edeceklerdir."
"O zaman kapitalizmin bütün
sonuçlarına katlanırlar. Kaldı ki önümüzde beliren kaos döneminden aklı başında
insanlar hayatta kalmanın ve kaliteli yaşam çizgisinin kentlerde değil,
kırsalda, köylerde olduğunu fark edeceklerdir. Bu kesimin bizi örnek alması
dahi, kapitalizme yeterince darbe vurabilir. Çözümün basitliği kadar
doğallığına da dikkatinizi çekerim."
Ergün bey
ikna olmamıştı;
"İnsanları buna ikna etmek
pek mümkün değil gibime geliyor. Neden alıştıkları yaşam tarzını bırakıp
buralara gelsinler?"
"Biz neden gelmişsek, o
nedenle. Burada bir zorlamadan, akıl yürüterek ikna etmekten söz etmiyorum.
Artık önümüzdeki kaos günleri etkisini artırdıkça, insanlar bizim yaşam
biçimimizin gerçek ve en doğal hayatta kalma yöntemi olduğunu anlayacak, belki
bizimden çok daha ileri organizasyonlarla yeni bir düzene imza atacaktır. Yani
olayların gelişiminin ikna gücü, günlerce vereceğiniz konferanslardan çok daha
büyüktür."
Yüksel bey
yüksek sesle
"Yani bir musibet, bin
nasihatten daha yeğdir öyle mi?"
Kesinlikle
haklıydı.
Komün Günlüğü 7
Havaların
yağışlı gitmesine karşın, ani ısınma durumu da göz önüne alınarak geçen
haftadan beri yoğun bir budama işine giriştik. Özcan beyin önderliğinde,
bahçelerde budanabilecek her şeyi, güller dahil, önümüzdeki bahara hazırladık.
Budamaya önem veriyoruz, çünkü verimlilik büyük ölçüde ona bağlı. Elbette
dağlar gibi atık ortaya çıktı ve kadınlardan kurulu çevre ekibimiz, tüm
atıkları yonga haline getirip gübre bahçelerine aktardılar. Gübre bahçelerimiz,
atıkların kompost haline getirilerek gübreye çevrildiği yerler. Çiftliğin,
deyim yerindeyse bütün çöpleri burada toplanıyor ve işleniyor. Elde edilen ürün
daha sonra kullanılmak üzere kapalı depolara alınıyor.
Komünlerin
makineleşmesi çok önemli. Günümüzde teknoloji, kapitalizmin ihtiyaçları
doğrultusunda geliştirildiğinden, çoğunluk işlemleri el emeği ile karşılamak
zorunda kalıyoruz. Ancak bedenen çalışmanın sağlık üzerindeki olumlu etkisi
gözetilerek bu konu şimdilik doğal haliyle çözümleniyor. Oysa komün insanın da
ihtiyaçları çeşitlenebilir ve bunları karşılamak için gelecekte özel otomatik
aygıtların geliştirilmesi gerekebilir.
Komün
yaşantısının en zor yanlarından bir tanesi de üretimi olabildiğince düzgün
planlamak. Genelde ihtiyacın biraz üzerinde hedefler koyuyoruz ama ölçüyü
tutturamadığımız zamanlar da yok değil. Örneğin bu yıl lahana tarlasını
öylesine büyük tutmuşuz ki, Yüksek hoca lahanaları yaza kadar
saklayabileceğimiz yöntemler araştırmaya başladı. Soğuk hava depolarında üç ay
kadar saklanabiliyormuş ama o bunu yetersiz buluyor. Geceler boyu internetten
uluslar arası kütüphanelerde araştırma yapıp duruyor. Ama Hatice hanımın
yetiştirdiği havuçları çoktan bitirdik. Şimdilik eksiklerimizi köyden temin
edebiliyoruz. Oysa gelecekte böylesi çiftliklerde yaşamak zorunda kalan
insanlar, yakınlarda bir köy bulamayabilirler.
Şimdi daha
iyi anlıyoruz ki, eğer insanlık, kapitalizmi yaratan erkek egemen toplum modeli
çizgisinde değil de, evrimleştiği anaerkil modelde ilerleseydi, kuşkusuz şu
anda üretim planlamasında çok ileri durumda olurduk. Gerçekte kapitalizm, doğal
çevre için olabilecek en zor ve anlamsız üretim modelidir. Çünkü doğada
üretimin amacı, yaşamı sürdürmektir. Tüm canlılar, varlıklarını gelecek
kuşaklara aktarabilmek için kendilerini tekrarlarlar. Elma ağacı, başka elma
ağaçları verebilmek amacıyla meyve ile donanır. Bizler de canlılığımızı korumak
ve bu sayede yeni nesiller yetiştirmek amacıyla meyve, sebze yeriz. Oysa
kapitalizmde tüm bu gerçek baştan sonra saptırılmıştır. Orada üretimin tek
amacı kar etmektir. Ve kar denilen şey, toplumun bütünün yararlanabileceği
değerlerin, birkaç insanın elinde toplanmasıdır. Dolayısıyla kar, toplumun
fakirleşmesi anlamını taşır. Bir yerde kar edenler varsa, mutlaka fakir
kalanlar da vardır.
Akşam üstü,
havanın da güzelleşmesinden yararlanarak bahçede çay partisi düzenledik. Ağacın
altında toplandık, hafiften esen serin rüzgarın altında sıcak çaylarımızı
yudumladık. Yüksel hoca;
"Biliyor musun arkadaşlar,
yeryüzünde çok az insan şu an bizim aldığımız hazza sahip" dedi.
Özcan bey ona
katıldı;
"Evet ya, hırsların peşine
takılmış koşturup durmaktan, bahçede çay içmenin zevkine ulaşamıyorlar."
Deniz bunu
beklermiş gibi atıldı;
"Ama dolar üç liraya
gidiyormuş."
Yüksel hoca,
"Zerre kadar ilgim yok.
Doların kaç para ettiği ile ilgili değilim. Çünkü çiftliğimizde doların hiçbir
hükmü yok" diye ilave etti.
Özcan bey;
"Bir tek dolar mı, burada
para ile yaptığımız ne var ki?"
İşte o an
fark ettik ki, komün yaşamı artı değer
üretmediğinden ötürü, bunu ölçebilecek bir para sistemine ihtiyaç duymaz.
İhtiyacın kadar, doymak için üretim yapıyorsanız, bir ürüne verdiğiniz değer ancak ve ancak
sizi ne kadar doyurduğu ile ilgili olabilir. Deniz itiraz etti;
"İyi de bir çiftlikte
insanın tüm ihtiyaçlarının karşılanması mümkün mü? Tamam, burada karnım doyuyor
ama cep telefonuyla sevdiklerimi aramak da bir ihtiyaç değil mi? Cep telefonu
denilen şey tarlada yetişmiyor ki. Para kazanmazsak ben yeni model teknolojik
aygıtlardan mahrum kalmaz mıyım?"
Banu hatun
bana döndü;
"Hadi bakalım, buna ne
diyeceksiniz. Sizce teknoloji gerekli mi?"
"Kesinlikle gerekli. Komün
yaşamı taş devrinde yaşamak anlamına gelmiyor ki" diyerek söze başladım,
"Deniz oğlumuz şurada
yanılıyor. Yeni teknolojilerin tamamı, hatta gelecekteki teknolojiler de
laboratuvarda üretilmiştir. Yani kapitalist üretim tarzının gelişme ile her
hangi bir ilişkisi yoktur. Tersine, kapitalizm ilerlemenin önündeki en önemli
engeldir. Size şunu örnek vereyim. Sıvı kristallerle ilgili çalışmalar yetmişli
yıllarda tamamlanmıştı. Gördüğünüz gibi, televizyon ekranı olarak bize ulaşması
tam otuz, hatta kırk yıl sürdü. Oysa seksenli yıllarda da pekala led televizyon
sahibi olabilirdik.
Şu anda çiftliğimizde on sekiz
kişi yaşıyor. Dört kişi teknik ekibi oluşturuyor. Bu arkadaşlar, çiftlikte
ihtiyaç duyduğumuz teknolojik makineler konusunda her gün çalışma yapıyorlar
çünkü işin doğasında bu var. Buna karşın sayıca hiç de yeterli sayılmazlar. Öte
yandan geri kalan on dört insan, günün büyük bölümünü tarlalarda, ürünleri
denetleyerek ve insanların beslenmesini düzenleyerek geçiriyor. Bunlar da
araştırma-geliştirme faaliyetlerine ayıracak zaman sorunu yaşıyorlar. Zaman
içinde, üretim ve beslenmeyi daha az zaman kullanarak gerçekleştirebilirsek,
örneğin Yüksek Hoca'nın öncülüğünde laboratuvarlar kurabilir ve burada araştırmalar
yapabiliriz."
Deniz
yanıtımı beğenmemişti, dudak bükerek;
"Yani yeni model cep
telefonu için sizin bir yığın keşif yapmanızı mı bekleyeceğim?" dedi.
"Hayır, tam tersine, ne
zaman istersen yeni bir cep telefonu alabilirsin. Ama daha iyisini de yapabilirsin.
Sana telekomünikasyon laboratuvarı kurarız, kendi cep telefonunu kendin
yaparsın. Hem de ihtiyaç duyduğun tüm özellikleri kendine göre
geliştirerek."
Deniz
şaşkınlıkla bana döndü;
"Ben mi cep telefonu
yapacağım?"
"Neden olmasın, yapamaz mısın?"
"Nasıl yapacağımızı
bilmiyorum ki?"
Engin bey
beni anlamıştı, araya girdi.
"İstersen ben sana temel
elektronik dersleri verebilirim. Bizim atölyenin bir köşesini sana ayırırız,
zaman buldukça çalışırsın."
Deniz;
"Yapabilir miyim
yani?"
"Neden olmasın? Cep
telefonu yapmak için mutlaka devasa fabrikalara ihtiyacın yok ki. Unutma, tüm o
modellerin yapıldığı bir laboratuvar mutlaka vardır. Bir ürün önce
laboratuvarda geliştirilir, daha sonra ona uygun fabrikasyon üretime geçilir.
Sen de önce montajı öğrenirsin. Parçaları ayrı ayrı alırız, burada
birleştiririz. Gün gelir o parçalardan kendin üretmeye çalışırsın."
Deniz
heyecanla ayağa kalktı,
"Engin ağabey, hadi
başlayalım" dedi. Birlikte atölyenin yolunu tuttular.
Banu Hatun
oğlunun heyecanından etkilenmişti. Yanıma geldi, elimi kuvvetle sıktı;
"Size teşekkür ediyorum.
Onu hiç bu kadar mutlu ve istekli görmemiştim" dedi.
Ben de en az
onun kadar duygulanmıştım.
"Banu hatun, biliyor
musunuz insanlığın asıl teknolojik gelişmesi komün döneminde olacak, çünkü
insanlar zevk aldıkları biçimde çalışacaklar. Bundan daha büyük bir güç
düşünemiyorum" diye cevap verdim.
Komün Günlüğü 8
Budamadan
sonra bordo bulamacı uygulamaya başladık. Bunun için havaların yağmurlu
olmadığı günleri dikkatle izliyoruz. Yağmur yapılan ilaçlamayı alıp
götürebiliyor. Başrolde yine Banu hatun vardı, bir ressam edasıyla geniş ağızlı
yağlıboya boyu fırçası kullanarak ağaçları ilaçlıyordu. Özcan bey elinde
pompa bir süre onu izledi. İlk yirmi ağaçtan
sonra Banu hatun yorulunca teknik ekip işi devraldı ve traktörle işe girişti. Zeynep'le ikimiz
bahçede çayımızı yudumlayarak onları izledik,
Banu hatun yavaş adımlarla yanımıza geldi, Zeynep merakla sordu;
"Banu
hanım, sizce bu ilaçlama doğru mu? Organik üretimimize zarar vermez mi?"
Banu Hatun
şaşkın bir bana bir de ona baktı;
"Bilmem,
bana boya dediler boyadım. Zararlı olup olmayacağını hiç düşünmemiştim"
diyerek
kendisini savundu. Açıklama gereği duydum;
"Kimya
diliyle konuşmak gerekirse bordo bulamacı, Bakır sülfat ile Kalsiyum Hidroksit
karışımıdır. Bitkileri pek çok hastalıktan korur ancak bordo bulamacı doğal bir
madde değildir. Gerçi yapay ilaç sınıfına da girmez ama sonuçta bakır sülfat
bahçemizin doğal toprak yapısının bir üyesi sayılmaz. Yani şüphelenmekte
haklısın, bordo bulamacı toprakta bakır birikmesine neden olabilir ki, bunu hiç
istemeyiz."
Banu Hatun;
"Yani
bordo bulamacı öyle bolca kullanabileceğimiz bir ilaç değil."
"Kesinlikle,
aslında bu kural bütün ilaçlar için geçerlidir."
Zeynep yüzünü
buruşturdu;
"İyi de,
ilaç yapmazsak da ürün kaybediliyor. Bunun bir orta noktası yok mu?"
"Bakın,
aslında ilaçlamaya hiç gerek yok. Çünkü her bitki kendi düşmanına karşı savunma
biçimi geliştirir. Eğer ilaç kullanarak bu dengeyi bozarsak ki bozuyoruz, o
zaman bitki kendi savunmasını bırakır ve hastalıklara karşı daha duyarlı hale
gelir. Dolayısıyla ilaç kullanmak bitkiyi güçsüz bırakır. İşin ilginç yanı,
bitkinin savunma sisteminin zayıflaması nedeniyle bizler her yıl artan
oranlarla ilaç kullanmak zorunda kalırız."
Banu Hatun;
"Peki
kaybedilen ürün ne olacak? Şimdi ben yer elması yetiştiriyorum. Bunlar
hastalanırsa, açığımı nasıl kapatacağım?"
"Çok
basit, yer elması o hastalandığında hasta bölümleri ayıracak, sağlamları
beslemeye devam edeceğiz. Böylece uygun bir zaman diliminde hastalığı
yenebiliriz. Çünkü sağlam yer elmaları o hastalığa karşı dayanıklı demektir ve
hastalananlar ortamdan uzaklaştırılmıştır."
Zeynep
gözlerini kocaman açıp bana döndü;
"Bu
kadar basitse insanlar neden tonlarca ilaç üretip duruyorlar?"
"Nedeni
şu, buraya ilk geldiğimiz yılı hatırlıyor musun? Yirmi kök patlıcan
yetiştiriyordum. Yaprak bitleri patlıcanları sarmıştı. Ne yaptık, hep birlikte
elimize hortumları alıp yaprakları güzelce yıkadık. Birkaç gün bunu tekrarladık
ve yaprak bitkileri orada barınamadılar."
"Bu
benim sorumum yanıtı değil ama"
"Şimdi,
yirmi dönüm tarlaya patlıcan ekmiş olsaydık, elimizdeki hortumla onları
yıkayabilir miydik? Elbette hayır. Demek ki, tarımda ilaç kullanma gereği,
kapitalist üretim biçiminin bir sonucu. Binlerce ton üretim yapmaya
kalkarsanız, onun sorunları çözmek için doğal olmayan yöntemler bulmak zorunda
kalırsınız. Bu tür beslenme, giderek tümüyle yapay çizgiye doğru kayar. İnanın
uygun bir zaman diliminde büyük kentlerde oturanlar tümüyle fabrikalarda
üretilmiş yapay besinler tüketmek zorunda kalacaklardır."
Zeynep
mutlulukla gülümsedi;
"Ama biz
burada hep doğal besleneceğiz." Dedi sonra bana dönerek;
"Sizin
konuyla ilgili bir çalışmanız yok muydu?"
"Evet,
kapitalist üretim biçimi üzerine çalışmıştım. İsterseniz anlatabilirim"
diye cevap verdim.
Banu Hatun
hemen kendisine bir çay koydu, sandalyeyi bana doğru çevirip oturdu, geriye
doğru yaslandı.
"Evet
efendim, sizi dinliyoruz" dedi gülümseyerek. Tane tane anlatmaya başladım.
"Kapitalizm
öylesine bir üretim biçimidir ki, doğanın verdiği olanakları olabilecek en
anlamsız biçimde kendi çıkarları için kullanmaya çalışır. Burada inanılmaz olan, insanların kapitalist
üretim tekniklerini o işin yapılabileceği tek yöntem olarak kabul etmeleridir.
Çok değil, yalnızca yüz yıl önce herkesi fazlasıyla besleyen bahçe üretimi sanki hiç olmamış gibi tarihin
karanlık sayfalarına gömülmüştür. Üstelik yalnızca beslenme değildir söz konusu
olan. Herkesin ayağının ölçüsüne göre elde yapılan ayakkabılar ortadan kalkmış,
yerine insanların belirli numaralar halinde gruplayan ayakkabılar gelmiştir.
Gömlekler, pantolonlar hatta şapkalar bile aynı akıbetten kurtulamamıştır.
Dünün yalnızca kendisi için özel olarak üretim yapılan insanı gitmiş, yerine
ona sürü muamelesi yapan uygulamalar gelmiştir. Ve günümüz insanı, kendisinin
düne göre daha değerli olduğunu sanmaktadır. Oysa günümüzde bireye özel
neredeyse hiçbir şey kalmamıştır.
Tüm canlılar
işin vazgeçilmez olan suyun bile ticarileştiği dünyamızda kar etmenin önündeki
engeller birer birer kaldırıldıkça, insan sağlığını tehdit eden ürünler giderek
daha yaygın biçimde piyasaya sürülmektedir. 1980'lerin ürünleri, 1990'lardan
daha sağlıklıdır. 2015 yılına geldiğimizde ise kimi maddelerin artık doğrudan
tehdit halini görülmektedir.
işin ilginç
olanı, onca olumsuzluğa karşın insanlar mutlu görünmesidir. Çok değil, elli yıl
öncesine kadar kolayca bulabileceğiniz ücretsiz kaynaklar tümüyle ortadan
kalkmıştır. Yerine, en temel gereksinimleri para karşılığı veren bir düzen
kurulmuş, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi isimler verilmiştir. Ve
toplum, gerçekte olmayan pek çok sanal değerle donatılmış, asıl ihtiyaçlar
önemsizleştirilerek bir kenara atılmıştır.
Kapitalizmin
temel başarısı, insanı köleleştirmesi ama köleyi özgür olduğuna inandırmasıdır.
Son derece basit olan ve doğadan karşılıksız olarak elde edilebilen beslenme
barınma ve üreme ihtiyaçları adına "para" denilen bir başka sanal
değer ile karşılanmakta, aslında var olmayan yüzlerce yeni ihtiyaç yaratılarak
insanların bu sanal dünyaya sıkıca sarılmaları sağlanmaktadır. Doğal çevre ile
karşılıklı etkileşim halinde olması gereken insan, doğadan uzaklaştırılmakta,
böylece sanal gerçekliğin dışında hayatta kalamayacağı bir ortam
yaratılmaktadır. Günümüzde kent insanını tek başına ormana bıraksanız, yüzlerce
cins besin arasında açlıktan ölmesi kaçınılmazdır. Çünkü bilgilerimiz doğaya
ait olmayıp, sanal dünyanın yüzlerce anlamsız kavramından ibarettir. Böylece
düzen, kölelerin başka bir önlem almaya gerek duymadan doğrudan kendisine
bağlanmasını sağlamaktadır. Dahası,
bireyler günlük yaşamlarında içinde bulundukları sanal ortamı sanki
gerçekmiş gibi göstermekte, onu savunmakta, hatta yüceltmektedir. Onların
gözünde gerçek dünya yaşadıkları yüksek apartman odalarıdır ve bu edimleri
toplumun bütününü yanıltarak, yeni
gelişen neslin de gerçeklik olarak bu yanılsamayı kabul etmesine neden
olmaktadır. Artık birey, kapitalizm dışında başka bir üretim biçimini hayal
bile edememektedir.
Bizim gibi
çiftlikler kapkara bir yüzeyde beyaz nokta gibidir. Ama bu noktalar çoğalacak
ve günü geldiğinde bütün yüzey bembeyaz aydınlık olacaktır."
Zeynep ile
Banu Hatun beni alkışladılar. Zeynep;
"Beyaz,
aydınlık nokta olmayı sevdim. Her zaman öyle kalalım" dedi.
Komün Günlükleri - 9
Çiftlikteki
herkesin işi başından aşkın. Bahar geliyor ve önümüzdeki dönemde nasıl
besleneceğimize şimdiden karar vermemiz gerekiyor. Burada planlama çok önemli.
Salondaki büyük masanın çevresi her gece tartışmalara şahit oluyor. Bütün
arazinin yeni baştan düzenlenmesi gerektiğinden teknik ekip, Yüksel hocanın
gözetiminde, salondaki büyük ekrana yerleştirilen harita üzerinde önümüzdeki
aylarda çalışacağımız tarlalara şekil vermeye uğraşıyor.
Elbette en
önem verdiğimiz konunun başında yerli tohum kullanımı geliyor. Çünkü tarlalara
ilaç atmaktan hiç hoşlanmıyoruz ve bulunduğu ortama en dayanıklı bitki, elbette
o yörenin kendi çeşidini oluşturuyor. Yazın hasadını yapabileceğimiz tüm meyve
ve sebzeler için çevrede bulabildiğimiz tohumları toplamıştık. Olmayan için ise
deneme yapıyoruz. Artık ne çıkarsa bahtımıza.
Tohumlardan
fide yetiştirmek için ayrı bir bölüm kurduk. Özel bir toprak karışımı
kullanıyoruz. Köyün yanından geçen dereden killi toprak alıyoruz, bunu perlit
ve yanmış gübre ile karıştırıyoruz. Sonra küçük kaplara, her birine bir tohum
gelecek şekilde ekimi gerçekleştiriyoruz.
Kapalı kaplarda çimlenmeye bırakıyor, ilk yeşil yaprakçıklar toprak
üzerinde görülür görülmez onları güneşe çıkarıyoruz.
Kadınların
fidanlara yaklaşımı çok ilginç. Örneğin Zeynep hanım onlara bebek muamelesi
yapıyor ve öylece seviyor. Hani doğada her şeyin bebeği güzeldir ya, bitkilerin
de bebeğinin olabileceği doğrusu hiç aklıma gelmemişti. Ama bu fikir çiftlikte
epey taraftar buldu.
AKP hükümeti
2006 yılında tohumculuk yasasını çıkardı. Ülkemizde sertifikasız tohum satmak
suç. Sağlıksız tohumdan doğan zararları önlemeye çalışıyorlarmış gibi bir
görüntü vererek, gerçekte dünyanın en zengin çeşitliliğine sahip bölgemizde
tarımı tümüyle tohum şirketlerinin denetimine açıyorlar. Oysa öncelikle ve
ivedilikle dikkate alınması gereken kavram, sağlıklılık. Sertifikalı tohumun
sağlıklı olduğunu ileri sürmek, üstelik bunu bilim adına yapabilmek, gelecek
kuşakların lanetleyeceği bir olaydır. Çünkü sağlıklı tohum, ancak ve ancak o
yörenin kendi doğal tohumudur. Zaten öyle olduğu için o bölgede ayakta
kalabilmiş, zararlılarına karşı savaş vermiş,
sağlıklı olduğundan diğer türlere baskın çıkıp yaşamını sürdürmüştür. Bu
tohum yerine dünyanın bilmem neresinden getirdiğiniz tohumların daha sağlıklı
olduğunu ileri sürmek, sözcüğün tam anlamıyla bilimle alay etmektir. Bu gün
iktidarı elinde bulunduranlar, sahip oldukları devlet gücünü kullanarak bazı
gerçekleri tersine çevirebilirler. Ama gelecekte bunları yapanlar, yaptıklarını
cezasını kötü isimle anılarak çekeceklerdir ve şu andaki güç bunu önlemeye asla
yetmez.
Tohumculuk
yasası çıktığında, ülkemizdeki çeşitlilik adına oldukça endişelenmiştik. Ancak
bu gün geldiğimiz noktada, toplumumuza güvenmemiz gerektiğini bir kez daha
anladık. Çünkü insanlarımız yasaya hiç aldırmadan, büyük bir titizlik içinde
yerel tohumları saklamaya, geliştirmeye ve onları tohum takas şenlikleri adı
altında korumaya başladı. Böyle giderse, hukuki açıdan tohum yasası bir süre
sonra kadük olmaya mahkumdur.
Çiftlikte günlük
politika da yakından izleniyor. İstanbul adliyesine giren DHKP’li militanların
savcı Kiraz’ı öldürmeleriyle ilgili küçük bir tartışma yaşandı. Meğer Özcan beyin öğrencilik yıllarında DHKP
yanlısı arkadaşları varmış. Gördüklerine itiraz edip;
"Bu eylem onlara hiç
yakışmadı. Nereden baksanız intihar eylemi. Bunun sol literatürde yeri yok.
Çünkü biz ölünce cennete gideceğimize inanmayız ki" diyordu.
Bu sözler
geniş yemek masasında uzun uzun tartışmalara neden oldu. En sonunda Şevki bey
söz aldı ve bize bir öykü anlattı.
Memleketin
birinde mafya iktidar olmuş. Ama devleti henüz tümüyle ele geçirememişler. Bir
baş savcı var ki, mafya dosyalarının peşini asla bırakmıyor, suçlulara kök
söktürüyormuş. Önce şaka yollu uyarmışlar, tatlı dille nasihat etmişler, yemek
ısmarlamışlar ama savcı Nuh diyor, peygamber demiyormuş. Hükümet tedbir almak için düğmeye basmış.
Önce emniyetteki normal komiserleri görevden almışlar yerine mafyanın vurucu
timinden güvendikleri adamları atamışlar.
Sonra
Dağların ve Havaların Komünist Partisi (D-HKP) adında bir örgüt oluşturmuşlar.
Bu örgüt adına, sol kesimin hoşuna gidecek eylemlerde bulunmuşlar. Ülkenin
solcuları örgüte neredeyse açıktan destek vermeye başlamış. Hatta kimi yerlerde
gençler gidip örgüte üye olmuşlar.
Ortam
yeterince olgunlaşınca, hükümet planı
uygulamaya koymuş. Önce sol örgütten iki kişiyi kaçırmışlar. Sonra da onları
gizlice Baş Savcının odasına getirmişler, silahlarını çekmişler. Baş Savcı
karşısında silahlı ve maskeli insanları görünce ne olduğunu hemen anlamış ama
ne yazık ki çevresinde yardım isteyebileceği tek bir polis bile yokmuş. Üçünü
de orada vurmuşlar.
On dakika
sonra televizyonlar flaş haber diye yayınlarını kesmiş. Spikerler heyecan
içinde anlatmaya başlamış.
"Adalet Bakanlığında teröristler
Baş Savcıyı rehin aldı. Polis Adalet Sarayını kuşattı, giriş çıkışlar
yasaklandı. Teröristlerin ne istediği henüz bilinmiyor."
Aradan bir
saat geçmiş, televizyonlar yeniden flaş haberi açıklamışlar.
"Teröristlerle temas
sağlandı. Pazarlık başladı. Teröristler Hapisteki arkadaşlarına iyi yemek
vermeyen aşçının adının açıklanmasını istiyor. İç işleri bakanı bu kabul
edebileceğimiz bir şey değil. Daha makul istekleri olursa belki yaparız
diyor."
Bütün ülke
ekrana kilitlenmiş olayı canlı yayında izliyor. Ünlü film yıldızları,
futbolcular ve hatta şarkıcılar birer birer teröristlerle konuşmuş, pazarlık
etmiş. Ama teröristler geri adım atmıyorlarmış. Aslında görüşmeleri yöneten ve
teröristler gibi pazarlık edenler de polismiş ama doğal olarak insanlar bunu
bilmiyor, onları ikna etmeye çalışıyorlarmış. Çünkü bu işler olurken iki genç
ile zavallı savcı çoktan kurşuna dizilmiş, odanın bir köşesinde yerde
yatıyorlarmış.
Aradan
saatler geçmiş, gece çökmüş ve televizyonlar bir kez daha flaş haber başlığıyla
parlamış. Spiker yine heyecanla seslenmiş.
"Adliye Sarayında
operasyon. Yapılan görüşmelerden sonuç alamayan polis az önce operasyona
girişti. Bu sırada baş savcıyı öldüren teröristler vuruldu. "
Ve neredeyse
tüm kanallarda birden uzman insanlar ekrana çıkıp terörizmin nasıl bir bela
olduğunu halka anlatmaya başlamış. O sırada Devlet Başkanı ile İç işleri bakanı
kadehlerini tokuşturmuşlar. Ve şöyle demişler.
"Terörizmin şerefine
dostum, savcıdan kurtulduk."
Şevki bey
bunu anlatınca odada tam bir sessizlik oldu. Kimse ne diyeceğini bilemedi.
Şevki bey şöyle devam etti.
"Arkadaşlar, burada
anlattığım şey elbette bir masal. Büyüklerin anlayacağı cinsten. Ancak Çağlayan
Adliyesindeki olayla ilgili olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim. Orada ölen
üç vatandaşımızın da melekler kadar masum olduğuna inanıyorum. Buna inanlar lütfen ayağa kalksınlar ve onlar
adına bir dakikalık saygı duruşunda bulunalım."
Ve herkes
ayağa kalktı.
Komün Günlükleri- 10
Deniz birkaç
hafta önce başladığı kendi cep telefonunu bitirdi. Gerçi maliyeti piyasada
satılanlardan hiç aşağı kalır gibi değildi ama onun telefonunun farklı bazı
özellikleri vardı. Öncelikle iki kilometrelik alan içinde kendi modellerini
ücretsiz arayabiliyordu. Böylece çiftlikte bulunan herkese birer telefon yaptığımızda
sürekli olarak birbirimizle iletişim halinde kalabilecek ama bunun için ayrı
bir ücret ödemeyecektik. Dahası, yine çiftliğin her yerinden salondaki büyük
bilgisayara doğrudan bağlanıp onu kullanabiliyordu. 5.5 inçlik bu telefonla tüm
bilgiişlem işlerini kolayca gerçekleştirebiliyordunuz. Deniz büyük bir zevkle
parçaları nasıl satın aldığını, montajını yaptığını anlatıyor, o günleri adeta
yeniden yaşıyordu. Ona her konuda yardım eden, doğru bilgilere ulaşmasını
sağlayan Engin ve Ergün'ün dışında çiftliğimizin diğer sakinleri ise bolca
kullanılan teknik terimler yüzünden hiçbir şey anlamadıkları bu konuşmayı
gururla dinliyorlardı. Çünkü Deniz açıkça göstermişti ki, önemli olan insanın
bilgisi ve emeğidir. Bu ikisi yerinde kullanıldığında yapılamayacak hiç bir şey
yoktur.
Güneşin
kendisini göstermesiyle çiftlikle telaşlı bir koşuşturma başladı. kışlık ürün
tarlalarımız kaldırılıyor, yazlık sebzelere hazırlık yapılıyor. öte yandan
tohumlar filizlenmeye başladı. Yaklaşık on gün içinde hepsini dikmiş oluruz.
Bizimki gibi çiftliklerde kışlık -yazlık geçiş dönemleri çok önemlidir Çünkü
yeni yetişen ürün yoktur, depoladığınız kışlık meyve ve sebzeleri tüketmek
zorunda kalırsınız. Örneğin şu günlerde pazarda bolca çilek satılıyor. Serada
yetiştirilen bu ürün bizim için yazlıklar meyve. Çünkü biz sera kullanmıyoruz.
Yıllar önce Ziraat fakültesinde hoca olan bir dostumla bu konuda sıkı bir
tartışmaya girmiştim. Arkadaşım diyordu ki,
"toprak
aynı toprak, tohum aynı tohum. Yalnızca üzerini kapatıp hava sıcaklığını o bitki
için gerekli olan düzeye getiriyorum. Buradan elde ettiğim ürünle senin yazın
yetiştirdiğin ürün arasında ne fark var?"
Bende ona ;
"Olayın
yalnızca toprak ve havadan ibaret olmadığını, bitkilerin gelişmesinde güneşin
belirleyici rol oynadığını, oysa yaz ve kış güneşi farkının mutlaka bitkiye de
yansıyacağını, zaten sağlıklı bir üretim için seralarda bolca kimyasal
kullanıldığını, Yalnızca bu nedenle bile sera ürünleri kullanmayı doğru
bulmadığımı söylüyordum.
Aslında karşı
olduğum daha önemli bir nokta daha vardı. İnsan, yani Homo Sapiens, neredeyse
iki milyon yıl süren evrimi sırasında, sürekli olarak yazlık ürünleri yazın, kışlık ürünleri de kışın tüketmiş, tüm
vücut kimyamız buna göre şekillenmişti. Şimdi, evrim süreci açısından
birdenbire diyebileceğimiz kısa sürede beslenme kimyamızı değiştirmenin doğru
olmadığını düşünüyordum. Bu olay, son derece ciddi sağlık sorunlarına yol
açabilir. Üstelik günümüz teknolojisiyle bunu ölçmek mümkün de değildir. Bir
sistemi değerlendirirken, olası olumsuzluklara karşı, doğal çizgiyi izlemek en
doğru yoldur.
Çiftlikte en
çok tartışılan konu elbette yaklaşan Haziran seçimleri. Dün Zeynep Hüseyin beye
sormuş;
"Seçimlerde
kime oy vereceksiniz?"
Hüseyin bey
başını sallamış;
"Aslında
tam karar veremedim. Bugüne kadar hep CHP'ye oy verdim. Ama bu kez HDP'ye oy
verebilirim. Tayyip'ten başka türlü kurtuluş yokmuş."
"Nasıl
olacakmış o iş?"
"Eğer
HDP barajı geçerse parlamentoya fazladan 60 kadar muhalif milletvekili
girecekmiş. Böyle olunca da AKP çoğunluğu kaybedecekmiş."
"Peki
HDP barajı nasıl geçecek?"
"Yüzde
üç kendi oyu var. Diğer partilerden de yüzde sekiz alsa, bu iş biter."
Zeynep itiraz
etmiş;
"İyi de
madem fazladan yüzde sekiz fazladan oyunuz var, bunu CHP'ye verseniz de, onlar
%35'e yaklaşsalar daha iyi değil mi? Böylece AKP'nin iktidarı önlenmiş olmaz
mı?"
"İyi
olmasına iyi de, Kürtler CHP'ye oy vermezler ki"
"Ama
Türkler HDP'ye oy verirler, öyle mi?"
Hüseyin bey
çaresizlik içinde cevap vermiş;
"Başka
bir yolu var mı Zeynep hanım?"
Zeynep
açıklamış,
"Bakın
Hüseyin bey, oyun işinde oyun oynanıyor. AKP'nin oyları düşüyor Bu doğru ama
buna karşın CHP'nin oyları yükselmemeli, tersine düşmeli. Bunu sağlamak için
HDP ve baraj kurgusunu ileri sürüyorlar. CHP'nin % 5 kadar oyu HDP'ye
geçirilir. Böylece AKP parlamentoda çoğunluğu sağlayamaz ama CHP'de oy
kaybetmiştir. Dolayısıyla bütün kozlar HDP'de toplanır ve onlar da istekleri
kolayca yaptıracak duruma gelirler."
Hüseyin bey;
"Peki
siz ne öneriyorsunuz Zeynep hanım, son yirmi yılda hep CHP'ye oy verdik. Ama
ülkenin geldiği nokta belli değil mi? Soyulup soğana döndük. Yine aynı
senaryoyu bir kez daha mı oynayalım?"
Zeynep tam
ona cevap verecekmiş ki Osman Albay araya girmiş.
"Size
bir şey anlatayım, bu gerçek bir öyküdür" diye söze başlamış ve devam
etmiş.
"İkinci
dünya harbinde, Almanlar Fransa'ya saldırdıklarında Müttefik medyasına
gönderdikleri ajanlar sayesinde sahte haberler yaymaya başlamışlar. Almanların
acımasız oldukları, girdikleri yerde tüm halkı katlettikleri söyleniyormuş.
Böyle olunca cephe hattındaki yerleşim yerlerinde oturanlar panik içinde
kaçışmaya başlamışlar. Bu kez alman uçakları işe karışmış, bomboş bazı yolları
bombalamaya başlamış. Kalabalık göçmen kitlesi, doğal olarak bu yollardan uzak
duruyormuş. Böylece bütün göçmenler ana yollara yığılmışlar ve cepheye giden
müttefik askerlerinin yollarını kesmişler. Almanlar tüm cephelerde istedikleri
gibi hareket ederken, müttefikler trafikte yol bulmaya çalışıyorlarmış.
Almanlar buna "sürü taktiği" adını vermiş. Uçaklar çoban, insanlar
sürü olmuş."
Hüseyin bey;
"Şimdi
bunu neden anlattınız Osman bey, konumuzla ne ilgisi var ki?" demiş.
Osman Albay;
"Demem o
ki, sürü taktiği o günlerden beri çok yol aldı. Şimdi uçaklar makineli
tüfeklerle boş yolları ateş altına almıyor ama televizyonlarda uzmanlar size ne
yapmanız gerektiğini söylüyorlar. Ertesi günü gazetede aynı konu karşınıza
çıkıyor. Bir film izliyorsunuz, benzer düşünceler oraya da yerleştiriliyor.
Çobanlar değişti anlayacağınız, radyo, televizyon, gazete, sinema bu iş için
kullanılıyor ama sürü aynı sürü."
Kişisel
olarak ben de Osman beyin bu görüşüne katılıyorum. Bir toplum medeniyete
inanıyorsa, öncelikle sürü olmadığını göstermek zorundadır.
Komün Günlüğü-11
Çiftlikte
hareketli günler yaşıyoruz. Bazı arkadaşlarımız ortalık iyice karanlık oluncaya
kadar tarlalarında elleriyle toprağı eşeleyip fidan dikiyorlar. Bir çoğu öğle
yemeği ya da ikindi çayını unutabiliyor. İnsan, mutlu olduğu biçimde yaşamalı.
Arkadaşlarımızı daldıkları o güzel dünyada yalnız bırakıp kendi günlük
işlerimizi yapıyoruz. Gece iyice çöküp, göz gözü görmez hale gelince yorgun
adımlarla aramıza karışıyorlar. Sıcak bir duş, aç mideye giren üç lokma yemek
ve üstüne içilen sade kahve hepimizin keyfine keyif katıyor.
Çiftliğimizde
tarlarla asla geceleri aydınlatılmıyor. Bu konuda yapılmış çok fazla araştırma
da yok. O zaman daha önce de belirttiğimiz kural işlemeye başlıyor. Eğer
bilgiler eksikse, en güvenli yol, doğanın kendi uygulamasıdır.
Karık açmak
için elimizde son derece modern teknikler var. Bizimki gibi çiftliklerde, tarım
yapılan alan, büyük makineler çalışmaya hiç de uygun değildir. Bu nedenle her
şeyimiz adeta minyatür. Kocaman traktörler yerine elimizle yönettiğimiz
makineler kullanıyoruz. Karık açma,
fidan dikme için özel aygıtlarımız var ama bazı dostlarımız yukarıda da
belirttiğimiz gibi kendi elleriyle toprağı eşeleyerek dikim yapmayı tercih
ediyor. Onlar öyle mutlu oluyorlarsa
bize düşen buna saygı göstermektir.
Dün 1
mayıstı. İstanbul’dan yayın yapan televizyonlar, polisin tonlarca biber gazı
kullandığını belgelediler. Oysa kapitalizmin geliştiği ülkelerde bugün neşeli
resmi geçitlerle kutlandı. Ülkemizin onlardan ayrışmasını, onun henüz
feodaliteden kurtulamamış olmasıyla açıklayabiliriz. Çünkü feodalite, akıl
yerine vicdanı öne çıkarır. mantık önemsenmez ama inanç kutsanır. Böylece 1 Mayısı Taksimde kutlama
taraftarları ile "hayır vermeyiz"ciler karşı karşıya gelir.
Hayırcılar şu anda iktidar olanaklarına sahip olduklarından kendi yandaşlarını
özel kıyafetler ve teknoloji ile donatırlar (buna da polis gücü denir) ve sonra
iki taraf karşı karşıya gelir.
Kapitalizmin
dünya çapındaki modern baskısı nedeniyle, bizimkisi gibi feodal kalıntılar
eskiden olduğu gibi yalınkılıç birbirine giremez. Onun yerine polisler cop,
basınçlı su ve biber gazı kullanırlarken, karşı taraftakiler o anda çevrede
buldukları malzemelerle yetinmek zorunda kalırlar. Sonuçta iki taraf da
kazandığını ilan eder.
Düşüncelerimi
Yüksel hoca ile paylaştığımda güldü;
"Çok
haklısın, günümüzde kendisini solcu zanneden kitlenin önemli kesimi aslında
burjuvazi tarafından yönlendirildiğinden habersiz. İşin kötüsü, Karl Marx'ın
tanımladığı sınıf bilincinden tümüyle uzaklaşan bu kitle kendisini devrimci
sanıyor" dedi.
Ne söylemek
istediğini tam anlamamıştım, devam etti.
"Bak,
dün kasabaya indiğimde bir afiş gördüm. Bir sendika ilanında şöyle deniyordu.
Herkes için, sosyal adalet, bağımsızlık, demokrasi, özgürlük, eşitlik.
Yine
anlamamıştım,
"Neresi
yanlış bunun" diye sordum.
"Fransız
ihtilalinin de sloganları özgürlük, eşitlik ve kardeşlikti. Ama Fransız ihtilali
feodalizme karşı, burjuvazinin karşı çıkması idi. Onun Karl Marx'ın
söylemleriyle hiçbir ilişkisi yoktu. Marx'ın 1848 yılında yazdığı makalelerde
bunu açıkça dile getirmişti. Şimdi bana söyler misin burjuva ihtilalinin
sloganlarını bir sendikanın 1 mayıs için kullanması garip değil mi?"
Yüksel hocayı
kızdırmak pahasına ona karşı çıktım;
"Özgürlük,
demokrasi, eşitlik, bunların neresi yanlış ki?" diye sordum.
"Önce
demokrasiyi ele alalım. Karl Marks'a göre, kapitalizmden komünizme geçiş
sırasında yani sosyalizm düzeninde, işçi sınıfı proleter diktatörlüğünü kurmak
ve bununla yoluna devam etmek zorundadır. Yani işçi sınıfının demokratik olmak
gibi bir kaygısı yoktur. Zaten demokrasi denilen şey, burjuva
yönetimidir."
Yüksel hocayı
kızdırayım derken, söyledikleri benim sinirimi bozmaya başlamıştı. sözünü
kestim.
"peki ya
özgürlük? Oda mı burjuva adetidir?"
Yüksel
hocanın altta kalmaya hiç niyeti yoktu. Hemen atıldı,
"Ne
sandın ya? Burjuvazi özgünlük sözcüğünden başkalarını hiç kısıtlama olmadan
sömürebilmeyi anlar. Düzenini ona göre kurar ve sen özgürce sömürülürsün."
Son bir
gayretle üste çıkmaya çalıştım.
"Eşitlik
için ne diyeceksin bakalım, oda mı burjuva adeti?"
Biran
sessizlik oldu, yüksel hoca dik dik bana baktı,
"senin
eski bir burjuva olduğunu unutmuştum“ diye söze başladı.
“O zaman
kısaca bir özet yapayım, Karl Marks'ın
bulduğu şey, toplumun sınıflardan oluştuğu idi. İşçi emekçi sınıf ile burjuvazi
arasındaki ilişkiler asla ama asla eşitlikçi olamaz. Zaten burjuvazi ile
proletarya eşit olduğu gün kapitalizm fiilen ortadan kalkmış demektir.
Dolayısıyla burjuva düzeninde eşitlik sömürülenlerin eşitliğini kapsar ve pek
de savunulacak düşünce değildir"
Yerimden
kalktım, Yüksel Hoca'ya,
"Madem
öyle, hadi gel bakalım" dedim.
Şaşkınlıkla bana baktı,
"Nereye
gidiyoruz" dedi.
"Salona,
bizimkileri toplayalım ve sen onlara bir solcu nasıl konuşurmuş öğret. Uzun
süredir proletarya sözcüğünü doymadıklarına eminim"
Dün öğleden
sonra pırıl pırıl güneşin altında çiftlikte 1 Mayısı kutladık. Mangalları
ateşledik, salata yaptık, şarap açtık Uzun bir masa hazırladık, türkülerle 1
Mayıs yemeği yedik. Yüksel hoca güne
uygun bir konuşma yaptı, sonra şarabın tadı yavaşça karışken kana, hep birlikte
türküleri söyledik.
Komün Günlüğü-12
Ölesiye
çalışmak ama bu nedenle mutlu olmak. Çiftliğimizdeki günlerimizi anlatacak
bundan daha iyi bir cümle olmaz. Çılgınlar gibi çalıştık, elimizde el
fenerleriyle gece yarılarına kadar fidan diktik. Sonra ılık duşun ardandan bir
kadeh şarap ve yanında peynir ile sohbetimizi paylaştık. Sabaha karşı mutluluk
duyguları içinde yatağımıza girdik. Ertesi günü saat dokuz olmadan aynı
zindelik ve isteklilikle yeniden tarlalardaydık. Zeynep hanım oturup saymış. 44 çeşit
meyve-sebze yetiştiriyormuşuz. Üstelik buna teknik ekibin diktiği sanayi
bitkileri dahil değil. Bahçelerimizin bize son derece zengin beslenme fırsatı
sağladığı çok açık. Özcan bey;
"Büyük
kentlerde yaşayan insanlar böyle bir zenginliğe asla sahip olmazlar"
diyordu.
Olay yalnızca
çeşitlilik değil elbette. Elde edilen ürünlerin, bu devirde olabilecek en doğal
haliyle üretilmiş olması ayrı bir üstünlüktü. Dahası, kentlerde oturanların
asla tüketemeyeceği dağ çileği, çitlembik gibi yabanı ürünlere de kolayca
ulaşabiliyorduk. Hüseyin beyin eşi Hatice hanım dün bir tabak dolusu çağla
bademi önümüze koydu. Bunlar kayısının bademleriymiş. İnanılmayacak kadar sulu
ve mayhoş tadıyla öylesine hoşumuza gitti ki az sonra herkes ağaçların başına
toplanmıştı.
Şu günlerde
büyük marketlerde çağla badem dönemi kapandı, papaz erik ve çilek devri
başladı. Biz ise çilekleri yeni diktik, erik ağaçlarımız da çiçekten yaprağa
ancak dönebildi. Çiftlikte yaşayanlar her şeyi kendi döneminde yemeğe alışıyor.
Erik bizim için bir yaz meyvesi. Gerçi papaz erik ağaçlarımız var ama onlar da
Hazirandan önce meyve vermiyor.
Dün sabah
Yüksel hoca bize harika bir haber getirdi. Havanın güzelliğinden yararlanarak
bahçede kahvaltı ediyorduk, kızı Jale’nin bize katılacağını söyledi. Jale
üniversiteyi bitirmiş, üç yıldır İstanbul’da bir bankada çalışıyormuş. Tam anlayamadığımız
bir şekilde şubenin müdürü onu kapının önüne koyuvermiş. Zeynep hanım hemen
atıldı;
“İyi ki öyle
yapmışlar da biz de yeni bir eleman kazandık”
Çiftlik işte
böyle garip bir yer. İnsanlar işten atılınca seviniyorsunuz. Jale’nin annesi
Gülçin hanım biraz durgundu. Kendisine nedenini sorduğumda bana kızının ayrı
bir ev açmak istediğini, kendileriyle kalmayı kabul etmediğini söyledi. Buna
biraz kırılmış. Çiftlikte yirmi tane evimiz var. Şu anda yalnızca on tanesi
kullanılıyor ve Jale için ayrıca bir işlem yapmamız gerekmiyordu. Yani onun
kendine yeni ev açma isteği bize her hangi bir şekilde yük getirmeyecekti.
Gülçin hanım hüzünlü bir gülüşle bana döndü;
“Hayır, beni yanlış anladınız,
kızımın eskiden olduğu gibi bizimle birlikte kalmasını, yeniden bir aile
havasına girmemizi isterdim, o nedenle hayal kırıklığı yaşadım. Yoksa onun size
yük olmayacağını biliyordum” dedi.
Ve dün akşam
üstü Yüksel hoca çiftliğin arabasıyla kızını garajdan almaya gitti.
Döndüklerinde ona sürpriz bir karşılama töreni düzenledik. Her tarafı
çiçeklerle donattık. Hatta ana girişten salona kadar olan bölüme kırmızı bir
halı bile döşedik. Jale elbette böyle bir şeyi hiç beklemiyordu, çok şaşırdı
ama hoşuna da gitti. İlgi görmekten hangi insan mutlu olmaz ki?
Jale bir süre
annesiyle babasının yanında misafir kalacak. Ona boş evleri gezdirdim,
hangisini tercih ederse orada yaşayabileceğini söyledim. Ve Gülçin hanımlara en
uzak olanını seçti. İlginç değil mi?. Birkaç gün içinde her şeyi hazır
edeceğiz.
Jale’nin
aramıza katılması öylesine hızlı gerçekleşti ki, birkaç saat sonra kırk yıldır
bizimle yaşıyormuş gibi aramızda rahatça dolaşmaya başladı. Biz de eski
düzenimize dönüverdik. Artık hep bahçede duran büyük masanın çevresinde Jale’yi
dinlemeye başladık. Kredilerde izne çıkan şefin yerine bakıyormuş. Müdür
müşterilerden birisinin kredi talebini yerine getirmesini söylemiş. Jale hanım
kurallara uygun olarak adamın kayıtlarına bakmış, bir de ne görsün, müşteri
sözcüğün tam anlamıyla soyguncu. Karşılıksız çekler, ödenmemiş senetler, icra
takibi, kalın bir dosya. Önce bu işte bir yanlışlık var zannedip müdüre durumu
açıklamış ama ilginç bir şey olmuş, müdür hiç oralı değil. Jale de krediyi
onaylamamış. Müdürle takışmışlar, onaylardın, onaylamazdın derken kendisini
kapının önünde buluvermiş. Üstelik müdür yardımcısı onu yanına çağırıp;
“Jale hanım, sizin işinize son
vereceğiz ama eğer bizi şikayet ederseniz, hakkınızda doğru referans veremeyiz,
bu nedenle tazminatınızı talep etmeyeceksiniz” demez mi?
Bizimki
sakince yerinden kalkmış, müdür yardımcısının yanına gitmiş, masanın üzerindeki
bir bardak suyu adamın tepesinden aşağı boşaltmış. Ona anı anlatırken aynen
şöyle söyledi.
“Hayatımın en güzel
dakikalarıydı”
Bunu duyan
Ayşe hanım atıldı;
“Oh, eline sağlık arkadaşım. Bir
de tokat patlatsaydın suratsıza.”
Jaleyi
dinlerken geçmişe gitti düşüncelerim.
“ Tanrım”
dedim kendi kendime “çalışma hayatı ne duruma gelmiş”.
Bizim
fabrikada işçi-işveren ilişkilerini sendika düzenlerdi. Hiçbir işçinin işine
biz son veremezdik. Sendikaya bildirirdik, oradan bir komisyon durumu
incelerdi, işvereni haklı bulursa iş akdi sonlandırılırdı. Üstelik tazminat
miktarı da son kuruşuna kadar hemen ödenirdi. Nereden nereye geldik.
Kapitalizm,
son otuz-kırk yılda sömürüsünü artırmanın yeni bir yöntemini geliştirdi.
Üretimi işçi hakları konusunda pek de dikkatli olmayan Çin ve Hindistan gibi
ülkelere kaydırdı, kendi çalışanını da işsizlik tehditleriyle terbiye etti.
Duyumlarıma bu gün iş verimliliği yetmişlere göre yüzde kırk, elli oranında
gelişmiş. Bu yalnızca teknolojiyle sağlanmadı aynı zamanda işçinin karşılıksız
daha çok çalıştırılmasıyla elde edildi. Örneğin İtalya’da Fiat işçileri,
fabrikalarının başka bir ülkeye taşınmaması karşılığında o yıl ücret artışı
istemeden çalışmayı kabul etmişler. Sanal bir tehdit ama somut karşılık. Zaten
İşçinin sanal emeği olamaz ki.
Peki, bu
düzen böyle sürüp gidebilir mi? Elbette gitmez, çünkü er veya geç bir takım
insanlar tıpkı Jale’nin yaptığı gibi bir bardak suyu patronun tepesinden
aşağıya boşaltıp, bizimki gibi çiftliklerde yaşamayı tercih edecektir. Ve o
zaman görülecek ki, kapitalist dünya ile hiçbir ilişkisi olmayan çiftliklerde
emek yalnızca çalışana aittir ve değerlidir. İnsanlar kendilerine değer veren
yerleri tercih etmezler mi?
Komün Günlüğü-13
Henüz 24
yaşındaki Jale, çiftliğimize inanılmaz bir hareket getirdi. Bu kız sanki bir
enerji deposu. Girdiği her yeri öyle değiştiriyor, öylesine fark yaratıyor ki,
çiftlik sakinleri hiç alışık olmadıkları bu davranışlar karşısında ne
yapacaklarını bilemiyorlar. Ama hiç şikayet eden de yok. Önceki gün mutfak
nöbetini almış. İlk iş olarak müzik setine oynak parçalar koymuş, sesi de sona
kadar açmış. Ortalık bangır bangır. Hem dans ediyor, hem de yemek yapıyormuş.
Gürültüyü duyanlar merakla mutfağa koşuşturmuşlar, anında müziğin ritmine uyup
başlamışlar oynamaya. Ama bir yandan da yemek işine yardım ediyorlarmış.
Manzarayı düşünebiliyor musunuz? Tanrı sizi inandırsın, eğer Jale’nin annesi müdahale
etmese kilerde ne varsa pişireceklermiş. Tam üç günlük yemek yapmışlar.
Çiftlik
yaşamında işler olabilecek en güzel biçimde yapmaya çalışılır. Çünkü
karşılığında doğrudan bir çıkar yoktur. Marul dikersiniz, amacınız onu
yetiştirip salatada kullanmaktır. Çarşıda satıp para kazanmak gibi bir derdiniz
yoktur. Ana düşünce böyle olunca, neşeli çalışma temposuna kimse bir şey demez.
Böylece Jale’nin müzikal iş yapma alışkanlığı, bir salgın hastalık gibi tüm
çiftlik üyelerine yayılıverdi. Tıpkı günümüzde bazı gençlerin yaptığı gibi
bizimkiler de kulaklıklarını takıp bir yandan müziğe uygun dans ediyor, öte
yandan günlük işlerini yapıyorlardı. Kimi zaman avazı çıktığınca bağırıp
kulaklıktaki türküye eşlik ediyorlardı.
Jale ile
konuşma fırsatı yakalar yakalamaz, çiftliğimizi nasıl bulduğumuzu sordum.
Gülerek;
“Burası beni
çok şaşırttı. Annem sizlerden söz ettiğinde hüzünlü gençlik şarkılarının çalındığı
bir emekli bakımevi olduğunu düşünmüştüm. Ama öyle değilmiş. Gerçekten çok
farklı yaşam biçiminiz var” dedi.
Farkı biraz
açar mısın dediğimde ise devam etti;
“Öncelikle
otuz yıl önceki yaşamla karşılaşacağımı sanmıştım. Anlarsınız ya, çoğunuz
emeklisiniz, günümüzde farklı bir yaşam sürdürülüyor. Oysa burada gördüklerim
inanılır gibi değil. Galiba her hafta konserlere gidiyor muşsunuz.”
“Evet, Ayşe
hanım ve takımı her Cuma akşamı klasik müzik dinlemeye İzmir’e giderler. Özcan
bey ve takımı da Türk müziği konserlerini takip ederler. Aslında Özcan bey çok
güzel bağlama çalar. Bazen şarabımızı alır, bahçede hep birlikte türkü
söyleriz. “
Jale memnun
bir tavırla;
“Harika,
doğrusunu isterseniz buraya gelmeden önce bazı arkadaşlarım iki hafta içinde
geriye döneceğim ve banka müdürünün ayaklarına kapanacağım konusunda iddiaya
girmişlerdi, ama burada yaşadıklarımdan sonra kesinlikle iddiayı
kaybettiklerini söyleyebilirim” dedi.
“Peki,
eleştireceğin bir şey yok mu?” diye sordum.
“Şey, kendi
yaşıtımda çok az insan var. Hani bilirsiniz, insan sohbet etmek ister, arkadaş
ister. Gerçi Ayşe ve Zeynep hanımlar genç sayılır ama yine de beni ikiye
katlıyorlar.”
Ona karşıdaki
boş duran evleri gösterdim;
“Bak, burada
tam yirmi tane ev var. Daha önce on iki tanesi doluydu, sen gelince on üç oldu.
Yani buraya kendinle yaşıt tam yedi kişi daha çağırabilirsin” dedim.
Gözleri
parladı, sevinçle;
“Üstelik her
evde iki kişi de kalabilir, on dört arkadaşım olabilir ” diye atıldı,
ama sevinci
uzun sürmedi. Hüzünle geriye yaslandı,
“Ama onlara
burayı anlatamam ki. Burasını anlamak için yaşamak gerek” dedi.
Gerçekten de
kapitalist yaşam biçimine alışmış insanları komün örgütlenmesini anlatmak
sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Çünkü kapitalist dünya bize bir süre
alışkanlık edindirmiştir. Asgari ücretin biraz üzerindeki para karşılığı günde
on saat çalışmayı çağdaşlık sayar, hiç gitmediğimiz operanın önünden gururla
geçer, içine asla giremediğimiz lüks lokantalara yutkunarak bakar, sabahın
köründe halk otobüslerinde balık istifi yolculuk etmeyi doğal yaşamın bir
parçası zannederiz. Kapitalizm bize başka türlü yaşam olamayacağını öylesine
inandırmıştır ki, köylerde tarlalar bomboş dururken, karnımızı doyuracak üç kuruş
para kazanabilmek uğruna en tehlikeli işlerde hayatımızı harcayabiliriz.
Yaşamda asıl
mutluluk, dolu bir mide, güvenli bir ev ve yanımızda yatan sevdiğimizle mümkün
olabilecekken, başkalarının mutluluğu için ölesiye çalışır, ne yediğimizin
farkına bile varmadan, sevdiğimize sarılamadan ölü gibi yatar ve daha sonra da
bunu gerçek yaşam olduğunu zannederiz.
Kapitalizm
kendisi için yaptıklarımız karşılığında bizi para ile ödüllendirir. Ona
verdiğimiz somut ürünler karşılığında elimize tutuşturulan boyalı kağıt
parçası, tümüyle sanal gerçekliktir. Bir kasa domates verir, cüzdanımıza
yerleştirdiğimiz kağıdın, çil çil altına eşdeğer olduğunu varsayarız. Oysa
komün yaşamında altın yalnızca kaliteli iletkenler yapmaya yarayan bir
madendir.
İşte bu
nedenle, kapitalist dünyanın sanal gerçeklerine kendilerini iyice kaptırmış
insanlara, komün yaşamını anlatmak kolay değildir. Onu yaşamak, olayların içine
girmek ve her adımı bilerek, bilinçle atmak gerekir. Bu ise sanal gerçeklerden
sıyrılıp, somut değerlerle hareket eden bir düşünme biçimini zorunlu kılar.
Üzeri mumla kaplanmamış elmayı ısırarak kabuklarıyla yemeyi, dalından kopardığı
salatalıkla karnını doyurmayı öğrenmek sanıldığı kadar kolay değildir. Daha da
zor olan ise, yalnızca kendisi için değil ama içinde bulunduğu komün bireyleri
içinde yaşama asılmak, mutluluğu birlikte yakalamak ve paylaşarak mutlulukla
zenginleşmeyi öğrenmektir. Çünkü asıl zenginlik paylaşmaktır.
Komün Günlüğü-14
Çiftlikte
işler yoğun. Kimi fidanlar çiçek açtı bile. Şimdi iyi beslenmeleri gerekiyor.
Gübreleme, ama doğal olanı elbette, çok önemli. Ayrıca bahar başında
uyguladığımız bordo bulamacı da yinelenmeli. Havaların iyileşmesiyle büyüyenler
yalnızca bizim fidanlar değil. Doğada yer alan her türlü organizma var olmanın
savaşı içinde.
Öğle yemeği
için salonda toplandıklarında Şevki ve Özcan bey tartışmaya başlamışlar. Birisi
koyu CHP’li diğeri Vatan Partili. Sonra onlara Yüksel bey ile Deniz katılmış.
Osman Albay araya girmiş, Zeynep hanım, Engin derken benim dışımdaki herkes
önümüzdeki seçimler konusunda fikrini açıklamaya kalkmış. Böyle olunca koca
salonda gürültüden kimse kimseyi duyamaz hale gelmiş. Artık manevi liderimiz
olma yolunda hızla ilerleyen Hatice hanım işe el koymuş ve dün akşam için bir
seçim tartışması düzenlemiş. Bütün bunlar olurken Ergün'le ikimiz güneş
panellerini yıkamakla meşguldük. Akşam üstüne doğru salona girdiğimde gözlerime
inanamadım. Konuşmacılar sanki kendileri seçileceklermiş gibi her yeri
afişlerle donatmışlardı. Hatta bir köşede HDP bayrakları görünüyordu. Yanımdan
geçen Deniz’e;
“Bu
bayrakları kim getirdi?” diye sordum. Deniz otuz iki dişini göstererek
yanıtladı;
“Jale
getirdi, ben de yardım ettim” dedi.
“Senin HDP’li
olduğunu bilmiyordum” dedim.
“Yok be abi,
HDP’li değilim ama genç kızlara yardım etmek genç erkeklerin en asli görevidir”
diye yanıtladı çapkın bir gülüşle.
Akşam
yemeğini yapılacak tartışma programına göre düzenledik. Adam başı dört köfte,
bolca salata ve meyve. Elbette böylesi sofraların olmazsa olmazı şarap. Sofra
bütün gece açık kalacak. İlk kadeh kaldırmanın ardından Şevki bey ayağa
kalkarak söz aldı;
“Arkadaşlar,
bu seçimlerde ben CHP’ye oy vereceğim. On beş sene süren AKP iktidarının sonuna
geldiğimizi sanırım hepiniz görüyorsunuz. Her türlü yolsuzluk ve hukuksuzlukla
boğazlarına kadar batmış durumdalar. Bu halk böylesi iktidarlara daha fazla
tahammül göstermez, göstermemelidir. Eğer hep birlikte olur, oylarımızı
bölmeden bütünlüğümüzü korursak AKP’yi iktidardan uzaklaştırabilir, daha çağdaş
demokrasiyi ülkemize kazandırabiliriz. Laik, özgür ve demokratik Türkiye için
oylarımızı CHP’ye vermeliyiz. Bu gün tek oyun dahi önemi vardır. AKP bir kez
iktidardan düşse, içinde bulunduğu yolsuzluk bataklığında boğulup gidecek, asla
geri dönmemek üzere siyasi hayatımızdan çıkacaktır. Yalnızca Tayyip ve
şürekasından söz etmiyorum. Kurdukları düzenin çaycısına kadar bu işe katkısı
bulunan herkes, işledikleri suçların cezasını mutlaka çekmelidir, eğer siz
oylarını CHP’de birleştirirseniz, çekecektir de.”
Engin araya
girdi;
“Biraz da
CHP'nin halka vaat ettiklerinden söz etsene”
Şevki bey bir
an için durakladı, sonra devam etti;
“Evet,
arkadaşımızın da belirttiği gibi Genel Başkanımız Kılıçdaroğlu pek çok vaatte
bulundu. Bunların hepsinin arkasındayız arkadaşlar. Daha modern bir Türkiye’de
örneğin tarım politikaları halkın çıkarları doğrultusunda değiştirilecektir.
Çiftliğimizde AKP’nin çıkardığı tohum yasası nedeniyle saklı gizli ürettiğimiz
tohumları artık göğsümüzü gere gere üretebileceğiz.”
Bu sözler
salondakilerin çok hoşuna gitmişti, alkışlamaya başladılar. Şevki bey gülerek;
“Hatta ben
CHP’nin bizimkisi gibi çiftliklere büyük destek vereceğini, çoğalmaları yönünde
tedbirler alacağını düşünüyorum” dedi.
Bu sözlerle
alkış daha da şiddetlendi, “yaşa, varol” sesleri yükseldi. Melih bey itiraz
etti;
“Ama ben bunu
Kılıçdaroğlundan hiç duymadım”
Şevki bey
hemen cevabı yapıştırdı;
“Adamcağız
yetmiş milyona ayrı yarı cevap verecek değil ya. Konuşmalarından sen
çıkaracaksın.”
Ergün bey ona
katıldı;
“Ben de aynı
düşüncedeyim, Kılıçdaroğlu’nun ağzından bal damlıyor bu seçimlerde.”
Özcan bey
daha fazla dayanamadı;
“Arkadaşlar,
yalnız o bal hiç de sağlıklı değil bana göre. Derviş ve onun sadık izleyicisi
Böke’den nasıl bir güvenli gelecek bekleyebilirsiniz ki?” diye sordu.
Sofrada
birden sessizlik oldu, herkes birbirine baktı. Zeynep hanım,
“Doğru, ben
de aynı şeyi düşünüyorum. CHP’yi desteklemekle AKP’yi desteklemek arasında
nasıl bir fark var?”
Şevki bey
telaşla atıldı;
“Ben
ekonomist değilim, orasını bilemem ama AKP’den ve Tayyip’ten kurtulmak istiyor
muyuz, istemiyor muyuz? Öncelikle buna karar vermemiz gerekir.”
Özcan bey,
“Sorun
isimlerde değil ki? Ben AKP’den izlediği ekonomik politikalar nedeniyle
kurtulmaya çalışıyorum. Laiklik ayrı bir sorun elbette ama öncelik ekonomide
olmalı. Dolayısıyla anti laik AKP yerine laik AKP’yi bize CHP diye sunmalarını
görmezden gelemem. AKP’nin Derviş tarafından hazırlanan programları 2008’e
kadar nasıl dikkatle uyguladığını herkes biliyor. Sonra raydan çıktılar ve
yeniden düzene konulmaları mümkün olmadı. Şimdi aynı göreve CHP talip oluyor,
bunu da saklamıyor. Derviş’i davet ediyor, iktidara gelirsek sizin
politikalarınızı izleyeceğiz diyor.”
Yüksel bey;
“İyi de
arkadaşım, tümüyle küresel sermaye tarafından kuşatılmış bir dünyada ne
bekliyorsun ki? Ne yapmalıydı CHP, ortalıkta Sovyetlerden bile eser
kalmamışken, ille de sosyalizm diye mi sahalara çıkmalıydı? Birileri arkasıyla
güler inan bana.”
Şaşkınlıkla
ona döndüm;
“Kulaklarıma
inanamıyorum, yani CHP sosyalizmi savunması hoşuna gitmez miydi demek
istiyorsun?” diye sordum.
Yüksel bey;
“Elbette
hoşuma giderdi de konumuz bu değil ama. CHP kendi programı açısından en iyisini
yapıyor. İnandığı, bildiği bir yolda ilerliyor. Bu yol laik ama küresel
sermayenin planlarına uygun gelişme çizgisini gerektiriyor. Kılıçdaroğlu da
günümüzde ulaşılan insan hakları, özgürlük, demokrasi gibi kavramlarda neler
varsa onları söylüyor. Dolayısıyla bunu eleştirmeye hakkımız olmamalı.”
Özcan bey olumsuz
anlamda kafasını salladı,
“İyi ama
küresel sermayenin, yani batı emperyalizminin ülkemiz için hayırlı ve umutlu
bir gelecek hazırladığına inanıyor musunuz? O yolda ilerlerken bir de
bakmışsınız, Türkiye Cumhuriyeti paramparça, sizlere ömür. Ergenekon ve Balyoz
harekatlarını tek başına bir cemaatin hazırladığına inanan kimse var mı aramızda?
Üstelik bu saldırılar eski de değil. Yalnızca beş yıl öncesine dayanıyor.
Dolayısıyla kimse emperyalizm artık ülkeleri işgal etmek niyetinde olmadığını
söylemesin. Doğrudan işgal etmiyor belki ama işgalden beter hale getiriyor.”
Melih bey
araya girdi;
“Bu
söylediğin de Vatan Partisi çizgisi oluyor galiba. O zaman şu ana kadar
edindiğimiz sonuçları toparlayalım. Eğer batılı ülkelerin ulaştığı insan
hakları, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlara ulaşmak, batı toplumunun yaşam
tipinde yaşamak istiyorsak, CHP’ye oy vereceğiz. Bunun bedeli de batının dümen
suyunda bir yönetim olacak. Tıpkı geçmişteki gibi. Ama Emperyalizmin ülkemiz
üzerindeki planları olduğuna inanıyorsak, örneğin büyük orta doğu projesi
benzeri planları etkisiz hale getirmek istiyorsak, yani önceliğimiz
anti-emperyalist bir bakış ise o zaman yapmamız gereken şey Vatan Partisine oy
vermektir.
Şevki bey;
“Ben asıl CHP
çizgisinin küresel planları bozabileceğini savunuyorum. Düşmanı karşına alarak
değil, içine girerek mücadele etmek daha akılcıdır diyorum.
Özcan bey;
“Ben de Kemalizm’in
birlik ve bütünlüğümüzün korunmasında elimizdeki en önemli fırsat olduğunu
düşünüyorum. CHP’nin bıraktığı altı oka sahip çıkan Vatan Partisini
destekliyorum.”
Jale;
“Ben de
BDP’yi destekliyorum. Çünkü başkanları türkü söylüyor.”
Bir an ne
diyeceğimizi bilemedik. Jale ayağa kalmış, elinde şarap kadehi öylece
duruyordu. Bir kez daha yinelemek zorunda kaldı.
“Ben diyorum,
BDP’yi destekliyorum.”
Özcan bey;
“Orasını
duyduk da, türkü kısmı pek anlaşılmadı. Seçimle saz çalma arasında ne gibi bir
ilişki var ki?”
Jale
suskunluğu koruyarak babasına baktı. Yüksel bey gülerek bizlere döndü;
“Çünkü kızım
daha küçükken ben ona şöyle demiştim. Günün birinde insanlara güvenmen
gerekirse, saz çalıp türkü söyleyenleri tercih et. Çünkü onlardan kötülük
gelmez.”
Jale;
“Ve
bildiğiniz gibi, parti liderlerinden saz çalıp türkü söyleyen yalnızca
Demirtaş.”
Şevki bey
kadehini kaldırdı;
“O halde bu
seçimlerde Türkülerin şerefine içelim. Kazanan Türküler olsun.”
KAZANAN
TÜRKÜLER OLSUN.
KOMÜN GÜNLÜĞÜ-15
Sabahleyin
gün doğmadan kalktık. Ortalık yeni aydınlanıyordu ama güneş henüz yüzünü
göstermemişti. Sabah serinliğinde meyve bahçemize doğru yürüyüşe geçtik. Doğa
çoktan uyanmış, kuşlar sabah şarkısına başlamıştı. Hüseyin bey gurubun başındaydı,
bir ara durdu bize dinlememizi işaret etti. Sessizlik içinde öylece bekleştik
ve ansızın ötmeye başlayan kanarya sesiyle adeta büyülendik. Kafestekilerin
aksine, neşeli, umutlu bir türküydü söylenen kuş dilinde. Daha sonra büyük
kayısı ağacının olduğu yere geldik. Dünden merdivenleri hazırlamıştık, birer
ikişer dalların arasına doğru tırmanmaya başladık. Dalların her birisinde
yapraktan çok meyve vardı ve sabah serinliği ile tazeliklerinin
zirvesindeydiler. Tam on dokuz kişi, gün doğumunun olağan üstü renklerini
izleyerek kahvaltımızı yaptık. Önce kayısı, ardından kiraz ağacı. Üzerine biraz kara dut. Tatlı
sevenler beyaz dutu tercih edebilir.
Salona
döndüğümüzde karnımızı iyice doyurmuştuk. Hatice hanım gülerek,
“Tamam,
medeniyete geri döndük, şimdi kahvemizi içelim” dedi.
Kahve benim
görevim ya, hemen fırlayıp mutfak bankosuna geçtim ve büyük cezveyi kullanarak
herkese kahve yaptım. Sonra yavaş adımlarla günlük işlerimizin başına dönmeye
başladık. Bu arada Jale’ye vereceğimiz görevi tartışıyorduk. Daha önce
bankacılık yapmıştı ve orada edindiği bilgilerin hiç birisi burada işimize
yaramıyordu. Hüseyin bey kendi domates tarlasını ona teklif etmeye
hazırlanıyordu ki ilginç bir şey oldu. Jale teknik ekipte yer almak istediğini
belirtti. Şaşırdık ama hayır da diyemedik. Sonuçta insanların en verimli olduğu
yer, gönüllü olarak yapılan işlerdir. Elbette buna en çok Deniz ve Engin
sevindiler. Banu hatun ise anlamlı bakışlarla Jale’yi süzüp durdu.
Özcan bey
teknik ekibin lideri konumundadır. Çiftlikteki bütün teknik işler ondan
sorulur. Uzun yıllar teknik öğretmenlik yapmış, elektriği ve mekaniği mükemmel
biliyor. Argun ve Engin ise harika uygulamacılardır. Onlar da yıllarca çeşitli
yerlerde teknik hizmetlerde çalışmışlardır. Elektroniğe meraklı Deniz bu ekibin
önemli bir açığını kapatıyordu. Özcan bey,
“Aslında
Jale’nin bize katılması iyi oldu, onu kimyacı olarak yetiştirelim, şu anda
ihtiyacımız var” dedi.
Böylece Jale,
geldikten üç hafta sonra çiftliğe iyice yerleşti. Yüksel hoca kimya bölümünden
bir dostunu çiftliğimizde ders vermeye ikna edince tüm taşlar yerine oturmuş
oldu.
Akşama
yemekten sonra oturup seçim sonuçlarını değerlendirdik. Aslında Pazar
gecesinden beri burada hep politika konuşuluyordu ama şöyle dört başı mamur bir
yorum getirememiştik. Vatan Partili Özcan beyden başka kendisini yenik hisseden
kimse yoktu. CHP’li Şevki bey şaka yollu,
“Yine sıfır
çektiniz, ne olacak bu işin sonu?” diyerek takılınca, hiç istifini bozmadan
şöyle yanıt verdi.
“Bütün bu
şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara
sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ
bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle
tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş
olabilir."
Sonra Şevki
beye baktı;
“Bu gün
millet fikren olarak harap ve bitap düşmüştür. Benim görevim bu ahval ve şerait
içinde dahi Türkiye Cumhuriyetini korumaktır. Çünkü düşman fikren galibiyetle
yetinmez. Er veya geç fiilen de galip gelmek isteyecektir. İşte o zaman en
azından Vatan Partililer onlara karşı çıkmak için hazır bulunacaklar” dedi.
Şevki bey çok
bozuldu, hemen karşılık vermek istedi ama Yüksel bey araya girip ortalığı
yatıştırdı. Böylece akşam olduğunda büyük masanın çevresindeki toplantı biraz gerimle
başladı ve Şevki bey hemen söz aldı;
“Değerli
arkadaşım Özcan beyi çok taktir ederim, çiftliğimizde emekleri hepimizden
fazladır. Burada anlayamadığım tek şey, onun Vatan Partisi ve politikalarına
olan tutkusu. Açıkça belli olmuştur ki halkımız eski düzeni istememektedir.
İçinde bulunduğumuz çağdaş düzene uygun bir yaşam sürdürmek, dünya ile entegre
olmak, hatta AB’ye katılmak ve geleceğimizi gelişmiş ülkelerle birlikte
şekillendirmek arzusundadır. Halkın istekleri bu yönde iken, asla var olmayan
bir dış tehdit paranoyasıyla, seksen öncesi yönetime benzer bir programla
halkın karşısına çıkmak ciddi bir yanlıştır ve seçim sonuçlarıyla görüldüğü
gibi halkımız tarafından da tercih edilmemektedir.”
Özcan bey;
“Benimkisi
bir tutku değil, yalnızca okumak, izlemek ve dünyaya geniş açıdan bakmak. Bunun
sonucu olarak olayları daha geniş açıdan yorumlamak. Bana göre değerli dostum,
halk iki türlü öğrenir. Birincisinde, benim yaptığım gibi okur, araştırır hatta
denemeler yapar ve sonuçları yorumlayarak geleceğe ait planlarını ortaya koyar.
İkincisinde ise olayları bizzat yaşar ve onların etkisiyle yeni planlar
oluşturur. Son seçim sonuçları Türk Halkının ikinci yolu tercih ettiğini
göstermektedir. Gerçeklerin nasıl öğrenildiği, gerçekleri değiştirmez. Bu
nedenle Türk Halkı da deneyerek, yanılarak yani bizzat yaşayarak Vatan Partisi
çizgisine mutlaka gelecektir. O gün ben hepinizi bekliyor olacağım.”
Yüksel
bey, Şevki beye dönerek;
“Peki siz
seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Şevki bey;
“Benim
gönlümde yatan AKP dışındaki diğer partilerin bir araya gelerek hükümet
kurmaları ve öncelikle yolsuzlukları ve hırsızlıkları soruşturmaları.”
Zeynep hanım,
“Bir çeşit
rövanş mantığı yok mu bu düşüncede?”
Ayşe hanım;
“Esas HDP’nin
başarısını nasıl değerlendiriyoruz, bence bunu tartışmalıyız.”
Yüksel bey;
“İçimizde
HDP’ye oy veren bir tek Jale var galiba, bize o yanıt versin.”
Birden bütün
bakışlar Jale’nin üzerinde toplandı. Babasının bu ani manevrasını hiç
beklemiyor olmalıydı ki, yavaşça yerinden kalktı,
“Şey,
doğrusunu isterseniz bu gece konuşmayı hiç düşünmemiştim, yani hazırlıklı
değilim. HDP’ye oy verdim, çünkü sizlerden çok farklı düşünüyorum. Bana göre
her insanın mutlu olduğu gibi yaşamaya hakkı vardır. Burada tek sınır, bir
başka insanın mutluluğunu engellememektir. Bunun dışında var olan her türlü
yasağa karşıyım. Eğer bu toplumda insanların bir kısmı kendi bayraklarını
kapılarının önünde dalgalandırmak istiyorsa ve bu onları mutlu ediyorsa kimse
onlara karışamaz. Ben de Türk bayrağını kapıma asabilirim, onların da bana
karışmaması gerekir. Asıl önemli olan, insanların birbirine karşı saygıları ve
sevgileridir. Hatta ülke bayrakları yerine kendi özel bayrağımı da
oluşturabilir, balkonumda gönlere çekebilirim. “
Bu sözler salonda
mırıldanmalara yol açtı. Ayşe hanım;
“İyi de
Jale’ciğim, HDP’nin senin bu istediğini karşılayacağını hiç düşünmüyorum” dedi.
Jale;
“Biliyorum,
ama partileri incelediğimde buna yakın duran HDP’ydi. Ya da bana öyle geldi.”
Ayla hanım;
“Sana öyle
gelmiştir, onların kendi bayraklarından başkalarına fırsat tanıyacakları pek
sanmıyorum”
Ayağa kalkıp
söz aldım;
“Arkadaşlar,
içimizde politik yorum açısından en çok deneyime sahip Yüksel beydir.
İsterseniz bir de onu dinleyelim” dedim.
Yüksel bey
ayağa kalktı;
“Arkadaşlar,
seçim sonuçları ne yazık ki gerçek bir kaosu işaret ediyor. Herkes işin iyi
tarafından bakmaya, ortalığı germemeye çalışıyor ama görünen o ki halkımız
hızla kutuplaşıyor. Sol kesimin, Kürtlerle birlikte ülke sağına karşı bir
işbirliği yapmaya çalıştığı görülüyor. Ne var ki bu strateji yanlış, çünkü Kürt
hareketinin arka planında emperyalist güçler ve onların petrol politikaları
yatıyor. Dolayısıyla Kürtlerin kendi çıkarları için şu anda uygun gördükleri konjonktür, bizim solcular için çok da elverişli
olmayabilir. Kendilerini bir anda emperyalizmle kucak kucağa bulabilirler.
Diğer partiler için de durum hiç farklı değildir. CHP kendi solcularını HDP’ye
kaptırmış, kemikleşmiş oylarıyla baş başa kalmıştır. Solun, CHP’ye göre daha
radikal sayılabilecek HDP’ye yönelmesi, sağ kesim tarafından MHP kartıyla
görülmüştür. Bu alandaki kutuplaşma çok dikkat çekicidir. Nihayet, AKP’nin her
türlü olumsuz propagandaya rağmen yüzde kırk oy alabilmesi, çok iyi
irdelenmelidir. Hatırlarsınız, geçen Kasım ayında bir çalışma yapmış ve şu anda
tam on dokuz milyon kişinin bir şekilde AKP iktidarından para aldığını
göstermiştim. Bu rakam, AKP’nin aldığı oylara neredeyse eşittir. Dolayısıyla
açıkça şu söylenebilir. Halkımızın en azından yüzde kırkı, politize olmayıp, yalnızca
nafakasını sağlamak açısından bir partiye oy vermektedir.
Bütün bunları
alt alta koyarsak, ortaya çıkan sonuç hiç de iyimser değildir. Solun da
katkısıyla Kürt hareketi güç kazanmış ama buna karşın MHP de neredeyse aynı
oranla onlara yanıt vermiştir. Öte yandan küresel ölçekte ekonomik gidiş aşağı
yönlüdür. Dahası, AKP benden sonrası tufan mantığıyla hareket edip, tüm
dengeleri bozacak ekonomik uygulamalara
girişebilir. Tüm bunlar ülkemiz için gerçekten bir kaos dönemine işaret
etmektedir.”
Bir an
sessizlik oldu, kimse ne diyeceğini bilemedi. Yüksel bey yerine otururken, Osman Albay yavaş ayağa kalktı;
“Gönül ister ki,
şu anda parlamentoda temsilci bulunduran tüm partiler öncelikle kutuplaşmayı
giderecek önlemler alsınlar. Ama buna hiç ihtimal vermiyorum. İnşallah Yüksel
beyin söyledikleri gibi olmaz ama biz yine de tedbirli olalım ve ağaç dikelim.”
Büyük masanın
çevresindekiler şaşkınlık içinde Osman Albay’a döndüler. Politik sorunlarla
ağaç dikme arasındaki ilişkiyi çözememiştik. Osman Albayın eşit Ayla hanım;
“Osman, bu ne
alaka şimdi?” diye sordu.
Osman Albay;
“Aslında
konuştuğumuz konuyla hiç ilgisi yok. Ama çiftliğimiz yerleşim planına bir
bakın. Sağ ve sol yanlarımızda iki küçük tepe var. Önümüzde ise iki yüz dönümü
bulan bahçeler duruyor. Arkamız Ege Denizi. Şimdi burayı savunmamız gerekirse,
tepeler de dahil olmak üzere kuzey güney hattında iki metre genişlik, üç metre
yükseklikte duvar çekmemiz gerekir ki, sanırım çiftliğin kendisini satsak
maliyeti karşılayamayız. Onun yerine sık ağaçlardan bir ormanlık alan
oluşturacağız. Böylece kimi zaman bir insanın bile geçmekten zorlanacağı
doğal duvarlarımız olacak. Ama herkese ağaçları çok sevdiğimizi ve kendi
ormanımızı yetiştirdiğimizi söyleyeceğiz. Yani aslında bir kaos beklemiyoruz
ama yine de tedbirimizi alıyoruz.”
Osman
Albay’ın zekice planı hepimizin hoşuna gitti ama bir o kadar da düşündürdü.
Çünkü ağaç dikmek gibi masum bir konu bile kaos ile birlikte anılabiliyorsa,
başka masum konulara artık yer yok demekti.
Komün Günlüğü -16
Dün gece
kendi aramızda sohbet ederken, beslenme rejimimizin önceki kent yaşamımıza göre
önemli ölçüde değiştiğini fark ettik. Konu buğday üretiminden açılmıştı. Zeynep
Hanımın üretimin yaptığı buğday tarlasının hasadını tamamlamıştık. Üretim
raporlarına bakınca, buğday tüketimimizin yıllara göre azaldığını gördük.
Geçmişte kişi başına bir dönüm buğday tarlası ayırırken, stokların artması
nedeniyle Zeynep hanım bu rakamı yarıya düşürmüştü. O zaman anladık ki,
çiftlikte hamur işlerini bol bol yapmamıza karşın, sonuç olarak giderek hububat
tüketiminden uzaklaşıyoruz. Bunun en önemli nedeni, beslenme rejimimizdeki
değişiklikler. Öncelikle yaz dönemlerinde sabah kahvaltıları neredeyse
ekmeksizleşiyor. Dalından meyve tüketme alışkanlığı gelişiyor, çay ya da kahve
onun tamamlayan içecekler haline geliyor. Yine de hamur işinden tümüyle
vazgeçtiğimizi söylemem ebette. Örneğin sıklıkla yaptığımız ikindi kahvaltılarında
börekler birinci sırayı alıyor. Hatice Hanım dün bize Urla’da yakın bir
dostundan öğrendiği ve çiftliğimize uyarladığı gelincik böreğini tanıttı.
Denize bakan geniş terasta tam on iki kişiydik, Üç tepsi böreğin tüketilmesi
yirmi dakika bile sürmedi.
************************************
Çiftlik Usulü Gelincik böreği.
Un Hazırlama. Börek yapımında kullanılacak buğday,
teflon tavada el yakmaya başlayıncaya karar ısıtılır. Sonra altındaki ateş
kapatılır ve üzerine sprey halinde su püskürtülerek hafifçe ıslatılır ve
dinlenmeye bırakılır. Buğdaylar oda sıcaklığına ulaşınca, öğütülür. Eğer büyük
annenizin taş değirmeni hala duruyorsa şanslısınız ama yoksa modern elektrikli
değirmenler de iş görür.
İç hazırlama: üç baş taze soğan, iki bağ kadar çiçek
açmamış gelincik otu, 250 gr lor, yarım demet maydanoz ve dereotu ince ince
kıyılır, üzerine bir çay kaşığı kırmızıbiber, bir tatlı kaşığı kuru nane ve bir
fincan zeytinyağı eklendikten sonra iyice karıştırılır.
Hamurun hazırlanması: iki su bardağı Un bir
fincan zeytinyağı ve bir yumurta sarısı iyice karıştırılır ve azar azar su
ilavesiyle yufka kıvamına kadar yoğrulur.
Böreğin yapılışı: Oklava ile uygun
büyüklükte yufka açılır, hazırlanmış iç serpilip, sıkıştırmadan rulo hale
getirilir ve altı yağlanmış tepsiye yerleştirilip fırında 180-200 derecede
pişirilir.
**********************************
Konu yalnızca
börek tarifi değil. Çiftlik yaşamının kentlerdeki günlük sorunlardan
uzaklaşması, insanın yeni sosyal davranış biçimleri geliştirmesine neden
oluyor. Örneğin İzmir metrosundaki sorunlar burada neredeyse hiç gündeme
gelmiyor. Çiftlikte elektrik ya da su kesintisi söz konusu değil. Marketlere
gidip alışveriş de yapılmıyor. Fiyat artışları, kimilerinin halka attıkları
kazıklar burada etkisiz. Siyasi konular da sanki terk edilemeyen eski
alışkanlıklar gibi. Çiftlikte yaşayanlar hala partilerinden vazgeçmiş değiller
ama eskisi kadar fanatik olmadıklarını rahatça söyleyebilirim. Örneğin geçen
gün çiftliğimizin hızlı sosyalistleri arasında ilginç bir sosyalizm tartışması yaşandı.
Şevki bey sosyalizmi sosyal demokrasiyi kapsayacak biçimde tanımlayınca, Zeynep
Hanım ona karşı çıktı, tartışma giderek büyüdü ve sonunda Yüksel bey araya
girerek başladı sosyalizmi anlatmaya.
"Sosyalizm
kapitalizmden komünizme geçişte gerçekleştirilecek olan ara dönemin adıdır.
Eşyanın doğası gereği kapitalist üretim biçiminden komünist üretim biçimine bir
günde geçilemez. Hedefler gerçekleşinceye kadar toplumsal düzenin
sürdürülebileceği, gereksinimlerin karşılanabileceği geçici bir uygulamaya
verilen isimdir. En azından başlangıçta kağıt üzerinde de olsa tanım buydu. Ama
sonra ilginç bir şey oldu. Sovyet devrimiyle, dünyada ilk kez komünizme adım
atılınca, o zaman dünyaya egemen burjuvazi, bütün gücüyle Sovyet devrimini
bastırmaya çalıştı. Ancak dünya yeni bir savaştan henüz çıkmıştı, eldeki
olanaklar kısıtlıydı. Bu nedenle değişik bir yöntem izlediler. Madem ki
Sovyetlerdeki devrimi önleyecek durumda değillerdi, olayı olabilecek en az
hasarla atlatmanın yollarını bulmalıydılar. Sovyet devrimcileriyle anlaşma
yoluna gittiler. Eğer Lenin biraz daha uzun yaşamış olsaydı, bu manevra mutlaka
kırılır, mantıklı bir sosyalizm döneminin ardından dünyaya komünist yaşam
tanıtılabilirdi. Ama Stalin ortaya çıktı, burjuva değerlerine sahip yeni bir
devlet kurdu ve dünyaya sosyalist cumhuriyet olarak tanıttı. Şimdi buraya
lütfen çok dikkat edin. Komünist üretim biçimine geçiş amacıyla düşünülmüş ve
olabildiğince kısa tutulması gereken bir uygulama, doğrudan devlet düzeni
halinde karşımıza çıkmıştı. Böylece, kapitalist üretim tekniklerinin
kullanıldığı ama üretim araçlarının devlet denetiminde olduğu bu yeni düzen "sosyalizm"
olarak kabul edildi. Bunun gerçekte bir kandırmaca olduğunu başta Troçki Olmak
üzere anlayabilen az sayıda kişi buluşlarını hayatlarıyla ödediler. Çünkü
ortaya çıkan yeni düzende burjuvazi "devlet adamı” kılığına girmiş,
varlığını orada sürdürmeye başlamıştı, bunun tartışılmasını istemiyordu.
Böylece 1920’lerde Rusya’daki gelişmelerin kendi ülkelerini de etkilemesinden
korkan Avrupa Burjuvazisi, Stalin aracılığı ile Rusya'da değişik bir isimle
varlıklarını sürdürmeye razı olurken kapitalist Üretim tarzının koşullar
olgunlaştığında kapitalist düzeni yeniden kuracağından emindi. Daha sonraki tüm
ilişkiler bu ana çizgi üzerinde yürüdü ve yirminci yüzyılın sonlarında
sosyalist devletler büyük bir hızla kapitalizme dönüverdiler."
Yüksel hoca
bir kez daha hepimizi şaşırtmayı başarmıştı?
Ergün Bey merakla sordu;
"Yani
şimdi sosyalizm diye bir şey yok mu?"
Yüksel Hoca,
“Başlangıçta
yani 19. Yüzyıl komünistlerinin kullandığı sözcük olarak sosyalizm o günkü
koşullar altında geleceği anlatmakta kullanılan bir ara dönemidir. Temeli Paris
komününe dayanır. Oysa Stalin Sovyetlerine geldiğinizde olan şey gerçekte
kapitalist Üretim tekniklerine dayalı farklı bir burjuvazi uygulamasıdır.
Dolayısıyla bu soruya yanıt verebilmek için kendisine sosyalist diyen kişilerin
nasıl bir üretim tekniği hedeflediklerine bakmak gerekir. Feodal düzende üretim
köy tarımına ve el sanatlarına dayanıyordu. Kapitalizm bunu yıkarak bugün
içinde bulunduğumuz üretim biçimini geliştirdi. Şimdi biz de kapitalizmi yıkmak
ve yerine yeni bir düzen kurmak istiyorsak yapmamız gereken en önemli adım ona
uygun bir üretim birimi geliştirmektir. Nasıl feodal üretim biçimi sürdürülerek
kapitalizm kurulamazsa, kapitalist üretim biçimi kullanılarak da komünist bir
düzen oluşturulamaz. Adını ne koyarsanız koyun, o düzen mutlaka aslına geri döner.
Olaya böyle bakarsanız sosyalizmin çok özel ve olabildiğince kısa geçilmesi
gereken bir dönem Olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla hareketin asıl hedefi haline
getirilemez."
Gece yatmadan
önce düşüncelerine beni öğrencilik yıllarına geri götürdü. O zamanlar hepimiz
korkusuz devrimcilerdik. Faşizme karşı mücadeleye hazırdık. Kapitalizmi
olabildiğine eleştiriyorduk ama hiçbirimizin aklına yepyeni bir üretim tarzı
gelmemişti. Kuracağımızı düşlediğimiz düzenin ayrıntılarını tartışmayı akıl
edememiştik. Ve galiba o nedenle de geçmişte takılıp kalmış ve ileriye
gidememiştik.
Komün Günlüğü – 17
Her ne kadar
kendi aramızda para kullanmıyorsak da, sonuçta kapitalist bir dünyada yer
almanın doğal sonucu olarak çiftliğimizin bütçe durumunu ortalama iki ayda bir
yapılan toplantılarda ele alırız. Elimizdeki parasal olanağı nasıl
kullanacağımıza karar veririz. Kapitalist dünyada komünist damla iseniz ve bir
şekilde kapitalizmle temas ediyorsanız, paranın kirinden sakınmanız kolay
değildir. Harcamalarımızı hepimizin onayıyla gerçekleştirmek, herkesin fikrini
almak kendimizi korumak için seçtiğimiz yollardan bir tanesi yalnızca. Sonra
büyük masanın çevresinde toplanıp, geçmişte yaptıklarımızı özetleriz. Böylece
kimsenin aklında bir soru işareti kalmaz.
Bu çiftliği
kurarken, sahibi olduğum parayı kullanarak, hayallerimi gerçekleştirmeyi
umuyordum. Neredeyse bütün servetimi bu işe yatıracak, en azından yirmi yıl
boyunca, ömrüm varsa elbette, çiftliği finanse edecektim. Ama olaylar hiç de
öyle gerçekleşmedi. Çiftlikte yaşamayı kabul eden dostlarım emekli maaşlarını
ortaya koydular ve kısa sürede parasal hiçbir sorunu olmayan çiftlik ortaya
çıktı.
Şu anda
ekonomik durumumuz şöyle. Çiftlik üyelerinin emekli maaşları ortalama ayda 1500
TL ve onlar her ay 1000 TL’yi bir çeşit aidat gibi bana ödüyorlar. Engin, Deniz
ve Jale hariç. Onlar ödenti vermedikleri gibi her ay bizden 500 TL harçlık
alıyorlar. Ayrıca sosyal güvencelerinin sağlanabilmesi için de sigortaları
ödeniyor. Böylece yirmi kişilik çiftlik kadrosunun on yedi kişisi parasal destek sağlıyor. Bu da
ayda 17.000 TL gibi bir rakama ulaşıyor.
Çiftliğin
giderleri ise oldukça düşük. Gerçi ilk yatırım maliyeti biraz yüksek tutmuştu
ama şu anda elektrik ve su parası ödemediğimiz için, harcamalarımız yalnızca
bakım-onarım masraflarıyla kısıtlı kalıyor. Güneş ve rüzgar enerjisi
sistemlerimizle 350 kwa’lık güce ulaşıyoruz. Günlük tüketimimiz ise yalnızca
250 kwa. Dolayısıyla rüzgar enerjisini zaman zaman dinlendiriyoruz. Güneş
enerjisi sisteminin ise on yıl garantisi var.
Aslında hayvansal
gıdaların sağlanması açısından çiftlikte ciddi sorunlar doğabilirdi. Çünkü hiç
birimiz bu zor ve büyük ölçüde deneyim gerektiren işi yapacak durumda değildik.
Burada komşu köy yardımımıza koştu. 200 keçi, 40 inek satın alıp köylülere
verdik. Onlardan tek istediğimiz süt ve et ürünleri. Seve seve kabul ettiler.
Günlük 10 lt süt alıyoruz. Ayrıca her yıl bir inek ve 5 keçi kesilip etleri
bize teslim ediliyor. Geri kalan tüm ürünler onlara kalıyor. Yalnızca hastalık
durumunda ki bu güne kadar bir kez ortaya çıktı, veteriner ve bakım
masraflarını biz üsleniyoruz, köylüden parasal katkı beklemiyoruz. Bu sistemde
herkes mutlu.
Sözün kısası,
aylık on yedi bin liralık girdinin yedi bin lirasını bile harcayabiliyor
değiliz. Geri kalan para birikiyor. Arkadaşlar, ısrarla bu parayı benim
kullanmamı, ilk yatırım maliyetini bu şekilde karşılamamı istiyorlar ama
elbette kabul etmiyorum. Benim daha parlak fikirlerim var. Geçen hafta bir tur
şirketiyle görüştüm, hep birlikte çeşitli turlara katılacağız. İlk hedefimiz
balkan turu. Mevsimin yaz olmasını dikkate alarak önce gençleri göndereceğiz.
İki hafta sonra yolculuk var. Dün gece bu programı açıklayınca önce çok
şaşırdılar, sonra alkışlarla kabul ettiler. Çiftlik birden gezi moduna
giriverdi. İnsanlar daha şimdiden hazırlıklara başladılar.
Yazıya
ekonomi ile başlamıştık ya, öyle devam edelim. Emekli maaşlarının üçte ikisini
çiftlik hesabına yatıran dostlarımız, kalan üçte biri ne yapacaklarını da
bilemiyorlar. Çünkü o parayı harcayabilecekleri çok az yer var. Tarlalarda moda
takip etmek pek de mümkün olmadığından para harcayacağınız yerler oldukça
kısıtlı kalıyor. Bunlardan birisi de kitap ve dergi satın almak. Siyasi
görüşlerine uygun olarak her gün dört beş tane gazete ile aylık on kadar dergi
salondaki yerlerini alıyorlar. Yine arkadaşlarımız İzmir’e her indiklerinde
kucaklarında bir yığın kitap ile dönüyorlar. Ancak her bir kitabı yirmi kişi
okuyabildiğinden, kişi başına kitap-dergi giderlerimiz yine de çok küçük yer
tutuyor.
Para
harcayabileceğimiz diğer bir yer sosyal yaşam. Arkadaşlarımız İzmir’deki hiçbir
konseri kaçırmıyorlar. Örneğin geçen gece eski havagazı fabrikasında düzenlenen
çim konserine gittik. Gerçekten muhteşemdi. Kışın, Adnan Saygun’daki haftalık
klasik müzik konserinin en sadık müdavimleri bizlerdik. Üstelik bütün bu
harcamaları maaşımızın kalan kısmından gerçekleştirdik. Yani çiftlik bütçesine
hiç dokunmadık.
Birleşmek,
bir araya gelmek, güçlerini birleştirmek kapitalist okyanusta daha iyi
yaşamanın en önemli yoludur. Ama kapitalizm bunu elinden geldiğince önlemeye
çalışır. Çünkü onun ihtiyacı olan şey, her bireyin bir müşteri olmasıdır. Eğer
insanlar birleşip, tek bir müşteri gibi hareket ederlerse, şüphesiz bu durum
kapitalizmin aleyhinedir.
Günümüzde
kendisini sosyalist olarak tanıtan bazı dostlarımız, ne yazık ki ne zaman
geleceği belli olmayan devrimi beklerken, kapitalizmin sadık müşterileri olma
özelliklerini koruyorlar. Bireysel harcamalarını büyük bir titizlikle ve
incelikle sürdürürken, çoğunun geliri en temel ihtiyaçlarına bile yetmiyor,
birleşerek kapitalizme olabildiğince daha az müşteri olmanın yollarını aramayı
akıl edemiyorlar. Bu gün için solculuk, kapitalizmin solu olarak
nitelendirilmeli. İnsanlar bizzat kapitalizmin kendisine karşı çıkmayı çoktan
unuttular.
Eğer idealist
bir felsefeci olsaydım, eğitimin, insanları bilinçlendirmenin yeni bir düzen
kurulması için yeterli olabileceğini savunurdum. Ne yazık ki materyalist dünya
bu kadar iyimser değildir. İnsanı en iyi madde eğitir ve onun öğretim yöntemi
deneme yanılmadır. Dolayısıyla bireyler, rüzgarda savrulan yapraklar gibi
akımlar içinde birlere sürüklenerek ama her seferinde bazı gerçekleri
öğrenerek, birleşmenin ve komün yaşamının önemini öğrenecekler ve günü
geldiğinde okyanustaki bir damla, bütün denizlere yayılacaktır.
Komün Günlüğü-18
Bir yandan
hasat dönemi, diğer yandan yurt dışı tur hazırlığı. Çiftlikte hep birlikte
ürünleri topluyoruz. Normal tarım işletmelerinde ürünün toplanmasıyla birlikte
işler de sonuçlanır. Ama bizimkisi gibi yaşamını çiftlik ürünleriyle
sağlayanlar için ürünün toplanması işin yalnızca yarısıdır. Çünkü elde
ettiğiniz ürünleri sağlıklı biçimde depolamak, olabildiğince uzun döneme
yayılacak kullanma süresi sağlamak gerekmektedir. Örneğin çiftliğimizde haftada
kişi başına bir kilodan fazla domates tüketiriz. Hüseyin bey domates dikimini öyle ayarlar ki,
kış başına kadar her an taze domatese sahip olabiliriz. Ama bazı ürünlerde,
çoğu meyvelerde bunu yapmak mümkün değildir. O zaman hasat dönemi sonunda ürünü
olabildiğince uzun depolayabilecek işlemlerden geçiririz. Bu amaçla en yeni
teknolojileri kullanmaktan asla çekinmeyiz. Vakum poşetleme ve steril depolama
ile kayısı, dut ya da kiraz gibi meyveleri normalden iki üç kat daha uzun süre
tüketmek mümkündür. Yine kışın kullanmak üzere kuruttuğumuz ürünler de
olmaktadır. Şu günlerde kurutma bölümümüz kayısı ve dut ile dolu. Eylülde
domates ve üzüm kurutmaya başlarız. Ürünlere göre reçeller de yine aynı dönemde
yapılır. Dolayısıyla yaz ayları bol ürün
çeşidi nedeniyle olağan üstü yoğun geçer. Ve işler bu kadar fazla iken, çiftlik
üyelerinin yarısının tura katılmasını Hüseyin bey hoş karşılamamış. Eşi Hatice
hanımla konuşurken, “kış torbaya mı
girdi, şimdi işler bırakılıp gidilir mi?” demiş. O sırada yanlarından geçmekte
olan Zeynep de bunu duymuş. Kendisi de tura katılacaklar arasında olduğundan
üzerine alınmış, gitmekten vazgeçmiş. Hatice hanıma;
“Benim yerime
siz gidin, ben kalır işleri yaparım” demiş kinayeli bir bakışla.
Anlayacağınız,
çiftlikte insanlar arası ilişkiler her zaman dümdüz gitmiyor. Alınganlıklar,
yanlış anlamalar, ağızdan kaçıveren bir sözcük, istemeden yapılan bir hareket,
karşı taraf için kabul edilebilir sınırları kolayca aşabiliyor. İşte böylesi
durumlarda erkekler her şeyi katı kurallara boğarak işi çözmeye çalışırlar. Oysa
kadınlar öyle değildir. Gönülleri hoş tutma, sevecenlik ve hoşgörü çoğunluk en
karmaşık olayları bile kolayca çözebilir. Üstelik böylesi yaklaşımlar insan
yaşamı için konfor anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Zeynep’in sitemiyle
karşılaşan Hatice hanım, hemen atılmış.
“Sen benim
densizin sözlerine bakma, burasının işi biter mi, hem daha sonra da biz
gideceğiz, kışın yağmuru çamuru arasında tur mu olurmuş, sen gönlünü ferah tut”
diyerek Zeynep hanımı yumuşatmış. Diyeceğim,
çiftlik yönetimlerinde insanlar arası ilişkileri düzenlemek kadınca yöntemler
gerektirmektedir. Gerçekte binlerce yıl önce, atalarımız komünler halinde
yaşarken de daima bir büyük annenin yönetimine sahiptiler. Çünkü gerçekte bütün
topluluk o kadının torunları sayılıyordu ve ailenin en büyüğü doğal olarak da
yöneticisi büyük anneydi. O zamanlar büyük baba diye bir kavram zaten yoktu.
İşte bu alışkanlık ve doğal yapı nedeniyle, çiftliklerde, diğer kadınların da
saygı duyacağı yaşlı bir kadın bulunması önemli olabilir.
Önceki gün
yüreğimizi burkan kötü bir olay yaşadık. Çiftliğimizin hemen yanında denize
dökülen küçük bir ırmak var. Yazın küçük su birikintisi halini alıyor ve
çevresi yüksek sazlıklarla kaplanıyor. Sabah erken saatte kümesleri kontrol
için giden Engin, uzaktan sazlıklar arasında birilerinin dolaştığını görür. O
saatte sazlıklarda kim ne yapabilir ki? Aklına yasa dışı avcılar gelir, onları
izlemeye başlar. Ve birkaç dakikalık gözlem ona gerçeği anlatmaya yeter. Bu
insanlar Yunanistan’a kaçmaya çalışan göçmenlerdir. Hemen geriye döner ve
bizlere haber verir.
Osman Albay
ile Şevki bey eski silahlı memurlardan olduklarından, göçmenlerin sahillerimize
çıktığı haberini alır almaz silahlarını bellerine takıp oraya gittiler. Biz de
onları geriden izliyorduk. Ne olur ne olmaz diye. Adamlar ölümü göze alıp bilmem nereden buraya
gelmişler. Her türlü kötülük beklenebilir. Ama hiç de öyle değillerdi.
Sazlıklara ulaştığımızda perişan halde yirmi kişilik bir toplulukla
karşılaştık. Dört beş tane küçük çocuk güneşin altında öylece yatıyorlardı.
Durum sözcüklerle anlatılmayacak kadar kötüydü.
Adamlardan
birisi yanımıza yaklaştı ve yunanca bir şeyler söylemeye çalıştı. Ama ben
İngilizce olarak Yunanistan’da değil, Türkiye’de olduklarını söyledim. Aslında
İngilizce bilip bilmedikleri düşünememiştim. Ama sözlerim hemen anlaşılmış
olacak ki, kadınlar kendilerini yerden yere atmaya, hıçkırarak ağlamaya
başladılar. Erkekler neredeyse bayılacak gibiydiler. Birileri onları çok kötü
kandırmıştı. Ortam gerildi, içlerinden bazıları kendi aralarında kavgaya
başladılar, onları güçlükle yatıştırdık.
Hepsini
toplayıp çiftliğe getirdik. Toplamda 6 aile ve çocuklarla birlikte tam yirmi
altı kişiydiler. Onlara önce banyolara soktuk, bir güzel yıkanıp temizlendiler.
Elimizdeki giysilerden verdik, sonra bahçede mükellef bir kahvaltı sofrası
düzenledik. Onlara karşı davranışımız bize olan güvenlerini artırmış olacak ki
bir süre sonra kırk yıllık dost gibi konuşmaya başladık.
Kaçaklarımız
Suriye’den geliyorlardı. Bulundukları kent muhalif guruplarca ele geçince oradan
kaçmışlar, Lübnan’daki kamplarda bir süre yaşamlarını sürdürdükten sonra
şanslarını Avrupa’da denemeye karar vermişler. Bu amaçla adam başı iki bin
dolar para ödemişler ve kaçakçılar kimi zaman kara, kimi zaman deniz yoluyla
onları buraya kadar getirmişler. İki gündür yemek yememişler, yalnızca su
içmişler. Dün gece denizden karaya çıkarmışlar;
“Yunanistan’a
geldiniz, sabah kadar sahilde bekleyin, sonra köye giderek yetkililere teslim
olun” demişler ve onları bırakıp gitmişler.
Çiftlikte
bütün işler durdu. Hepimiz bu insanlara yardım etmeye çalışıyorduk. Karınları
doyunca keyifleri yerine gelirdi belki ama umutları kırılmıştı. Bütün gece
Yunanistan’da olduklarını düşünüp hayaller kurmuşlardı. Bu nedenle bir türlü
kendi aralarındaki tartışma sona ermiyordu. Yalvaran gözler, bizden yardım
isteyen bakışlar hepimizi adeta eziyor, insanlığımızdan utanmaya başlıyorduk.
Ayşe hanım
“Şimdi bu
insanlar ne olacak?” diye sordu.
Şevki bey;
“Biz
jandarmaya haber veririz, onlar gelip alırlar ve ülkelerine geri gönderilirler”
dedi.
Sanırım
aralarında Türkçe bilen birkaç kişi vardı, onlar Şevki beyin sözlerini Arapçaya
çevirince, ortalığı yeniden bir uğultu aldı. Bu kez erkekler bile başlarını öne
eğmiş, ağlıyorlardı. Hatice hanım sesini yükseltti,
“Yok
arkadaşlar, ben bu insanların jandarmaya teslim edilmesine dayanamam. Başka bir
çözüm yok mu?”
Zeynep hanım
kalktı, bir şiir okudu.
Dağı dağa
kavuşturan ben idim
Suyu suya eriştiren
can idim
Yükledim mi gece
vakti kaçağı
Karanlıkta ışılayan
gün idim
Suriyeliler
dahil, hepimiz onu alkışladık. Ama karanlıkta ışıldayacak kim olabilir,
bilmiyorduk. Suriyelilerden birisi ortaya çıktı, sanıyorum bütün organizasyonu
yapan kişi oydu, elinde bir telefon numarası olduğunu, kaçakçılarla yeniden
irtibata geçebileceğini, bu kez kendilerini aldatmamalarını, yoksa onları
polise bildireceğimizi söyledi. Ona göre kaçakçılar yakında bir limana gitmiş
olabilirlerdi ve ihbar riskini göze alamazlardı. En azından ilk anda bu çözüm
hepimize mantıklı geldi. Sustuk ve onun kaçakçılarla yaptığı Arapça telefon
konuşmasını dinlemeye başladık. Türkçe bilen bir başka Suriyeli kısık sesle
söylenenleri bize aktarıyordu. Uzun tartışmalardan sonra kaçakçılar restimizi
gördü. Hemen o gece, aynı sahilden onları alıp bu kez gerçekten Yunanistan’a
götüreceklerdi.
Saatler nasıl
geçti, güneş nasıl battı inanın bilmiyorum. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak
gibiydi. Tansiyonum kim bilir kaça fırlamıştı? Yaşantım boyunca böyle olduğumu
hiç hatırlamıyorum. Kaçakçıların her türlü kötülüğü yapabileceklerini düşünüp,
karabasanlar görüyor, bakışlarımızda bunları birbirimize anlatıyorduk. Kimseden
ses çıkmamasına karşın, kötülük, o kötü haliyle hep içimizdeydi.
Sonunda
kararımızı verdik. En azından gemi sahilden ayrılıncaya kadar bu insanları
koruyacaktık. Osman Albay ve Şevki Bey sahilin iki ucunda silahlarıyla sipere
yattılar. Biz de elimizde kalın sopalarla çalılıkların arkalarına saklandık.
Karanlık iyice çöktüğünde sahilde bir tekne belirdi. O kadar küçüktü ki, hepsi
dolunca sanki batıverecek gibi sallanıyordu. En küçük bir harekette yerimizden
fırlamaya hazırdık ama her şey çok sakin geçti. Kaçaklarımız sessizce tekneye
bindiler ve gecenin karanlığı içinde
yavaşça kayboldular. Bizler de yerimizden kalkıp sahilde çakıl taşlarının
üzerine oturduk. Hiç birimiz konuşmuyordu. Gözlerimizi karanlık denize dikmiş öylece gelecek haberi
bekliyorduk. Şevki bey, karşı taraftaki Yunan adasından da çekeceğini düşündüğü
konturlu eski telefonunu onlara vermişti. Salimen sahile ulaştıklarında bize
haber vereceklerdi. Ve gün doğarken Osman Albay’ın telefonu çaldı. Gelen güzel
haberle hepimiz ayağa fırladık, birbirimizi kucakladık.
Yasalara göre
yaptığımız suçtu ama kendimizi hiç de suçlu gibi görmüyorduk. Tam tersine,
başka insanlara yardım etmenin, her şeyi ile bize tıpa tıp benzeyen bu talihsiz
ailelerin acılarını birazcık paylaşabilmenin, onlara umut vermenin ve en
önemlisi, kendisinden başka birisi sevebilmenin haklı gururu ile evimizin
yolunu tuttuk. Güneş tepemizde yükselirken rahat yataklarımıza uzanıyorduk.
Komün Günlüğü -19
Dün gece hiç
uymadık. Balkan turuna katılacak arkadaşlarımızı hava alanından yolcu ettik.
Uçak saat 05.00'de kalkıyordu, gişe işlemleri için en azından iki saat önce
hava alanında olmak gerekiyordu. Çiftlikten saat ikide yola çıktık.
Arkadaşlarımız dış hatlarda güvenlikten geçtiklerinde ise dördü geçiyordu.
Onlara el salladık, sonra minibüsle çiftliğe döndük
Otoyolda
hızla ilerlerken, gökyüzünün doğu yönü yavaşça aydınlanıyordu. Hatice hanım
derin bir iç çekişiyle sordu,
"Bizim
göçmenler ne yapıyor acaba?"
Gerçekte
çiftlikteki herkes geçen haftadan beri aklından aynı soruyu geçiriyordu.
Yalnızca bir gün beraber olmamıza karşın, onları çok sevmiştik. Sanki kırk
yıllık komşumuz gibiydiler. Hüseyin bey;
"Şu
ayağı hafifçe aksayan adam vardı ya, meslek lisesinde teknik resim
öğretmeniymiş. Tıpkı benim gibi okulda müdür yardımcılığı yapıyormuş. Bana
öğrencileriyle çekilmiş resmini gösterdi. Biliyor musunuz, bizim sınıflardan
daha çok kız öğrenci vardı. O an nasıl kötü oldum bilemezsiniz. Düşünebiliyor
musunuz, gözünüz gibi baktığınız öğrencileriniz cariye pazarında
satılıyor."
Osman Albay,
"ABD
ırak'ı işgal ettiği dönemde ülke kaos
yaşamaya başladı. İşte bu ortamda Irak devletini ayağa kaldırabilecek, modern
düşünceli, aydın insanlar çeşitli biçimlerde suçlanarak, hedef yapılarak yok
edildiler. Bu katliamlar öylesine büyüdü ki, kalan bir avuç aydın başka
ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Buna karşın yobazlar, kara cahiller, hatta kimi
akıl hastaları destek buldular ve toplumda öne çıktılar. Meydan Işid'e
kaldı."
Hatice hanım
hüzünlü gözlerle Osman Albay'a baktı,
"Ve
şimdi aynı oyunu bize oynamaya hazırlanıyorlar, öyle mi?"
Ben araya
girdim,
"Evet,
aynen öyle hocam. Suruçta patlayan bombanın, Avusturya veliahtını öldürerek
savaşa yol açan silahtan hiç farkı yok. Artık kimse geleceği tam olarak
göremez. Aklın aydınlığı yerine savaşın
karanlığında yolumuzu bulmaya çalışacağız. Kitleler barış zamanında asla
yapmayacakları kötülükler için yarışacak, insanın insana eziyeti kahramanlık
öyküleriyle anlatılacak. Bir zamanlar birbirine sarılarak dans eden insanların
yerini birbirinin boğazını sıkan askerler alacak ve o ritimli müzik
kaybolurken, ölen insanların çığlıkları yükselecek."
Osman Albay,
"Ortadoğu'da
Türkiye'nin de katılmak zorunda bırakıldığı bu savaş, aslında AB+ABD ile
Rusya+Çin kapışmasıdır ve amacı enerji koridorları ile boğazları kontrol
etmektir. Düşmanlarımız bu amaçla her türlü vahşeti göze alabilirler. Amaçları
Atatürk Türkiye’sinin yetiştirdiği aydın, ilerici, demokrat ve hümanist
insanları yok etmek, bu toprakları gerici, yobaz ve kara cahil sürülere
bırakarak sömürgeleştirmektir. Böylece dünyanın bu stratejik noktası, onlara
bir daha kafa tutamayacak, yeni Atatürkler yetiştiremeyecektir."
Hatice Hanım
hemen atıldı,
"Ama
işler hiç de onların istediği gibi gitmeyecek. Bakın neden" diyerek Nazımdan
bir şiir okumaya başladı.
Dünyadan, memleketinden, insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.
belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.
Sonra bize
döndü,
"Şu
andan itibaren temel amacımız, bu savaştan canlı çıkmak, ilericeliği,
aydınlanmacılığı, hümanızmayı ve Atatürkü gelecek kuşaklara aktarmak, sonsuza
dek yaşatmaktır. Bu topraklar Tales'in, Aristotales'in vatanıdır. Onların
yaktığı meşaleyi Atatürk bize emanet etmiştir, elbette onu taşıyacağız"
dedi.
Normal
zamanlarda böylesi coşkulu konuşmaları alkışlarla karşılardık. Ama o an,
omuzlarımıza yüklenen yükün ağırlığından olacak öylece sustuk kaldık.
Çiftliğe
döndüğümüzde güneş çoktan yükselmişti. Özcan beyle eşi Yıldız hanım bize
mükellef bir kahvaltı hazırlamışlardı. Neredeyse öğleye kadar sofradan
kalkmadık ve hep birlikte çiftliğin savunulması için bazı kararlar aldık.
Hatice hanımın söylediği gibi, buradan bir yere gitmeyecek, ama hayatta kalmayı
da başaracaktık. Tura gidenler döner dönmez çalışmalara başlama kararıyla
işlerimizin başına döndük.
Komün Günlüğü-20
Balkan turuna
katılan arkadaşlarımız dün gece döndüler. Özcan beyi nöbetçi bırakarak, hep
birlikte gezginlerimizi karşılamaya gittik. Uçak saat birde geldi ama çıkışları
ikiyi buldu. Çiftliğin kapısından girdiğimizde ise güneş doğmak üzereydi. Özcan
bey gece boyu boş durmamış, kendisinden pek de beklenmeyen biçimde bizlere
mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Eşi Yıldız hanım buna çok şaşırdı.
Kocasının yeni bir yeteneğini keşfettiğini söylüyordu gülerek.
Her kafadan
bir ses çıkmaması için, içimizde en düzgün konuşan Zeynep hanımı anlatıcı
seçtik ve yolculuğu bize anlatmaya başladı. Uçağın Üsküp hava alanına
inişinden, Belgrad’dan havalanıncaya kadar geçen sekiz günü, yaklaşık üç
saatlik bir anlatımla özetledi. Üsküp’te kaybolan Yüksel beye güldük,
Saraybosna’da üzerinde hala kurşun delikleri bulunan yapıların fotoğraflarıyla
hüzünlendik. 1990’lı yılların Yugoslavya
iç savaşını anımsamayanımız yoktu. Silahsız ve tümüyle savunmasız insanların
katledilmeleri, tecavüzler ve bir gecede her şeyini geride bırakıp, yalnızca
canını kurtarmak için yaşamaya başlayan binlerce kadın ve erkek.
Zeynep sözünü
bitirip yerine oturunca, Yüksel bey elini aldırdı ve bize farklı bir Balkan
tarihi anlatmak istediğini söyledi. Merakla onu dinlemeye başladık.
“Soğuk savaş
döneminin en stratejik bölgelerinden birisi hiç şüphesiz Yugoslavya idi.
General Tito, maharetle yürüttüğü bağlantısızlık hareketi sayesinde, Avrupa
devletleri Rusya tehdidi karşısında Yugoslavya’yı desteklemek zorunda
kalıyorlar, ülke bu sayede belki kendi başına pek sağlamayacağı refah düzeyi
tutturuyordu. Tito’nun ölümünden sonra Federasyon uyum içinde sürebilseydi,
Yugoslavya Avrupa’nın en güçlü devletlerinden birisi olabilirdi. Çünkü elinde
hem insan kalitesi hem de üretim sahası olarak geniş kaynaklara sahipti. Ama
Sovyetler dağılmaya yüz tutunca, başta Almanya ve Fransa olmak üzere Avrupa
ülkeleri harekete geçtiler. Öncelikle
Yugoslavya’yı oluşturan Federal Devletlerde milliyetçiliği körüklediler. Bunun
sonucu, yapılan seçimlerde her federal bölge kendi partisine oy verdi ve
Yugoslavya’nın artık devam edemeyeceği açıkça görülmeye başladı. 1991 yılında
Slovenya, Hırvatistan ve Makedonya bağımsızlıklarını ilan ettiler. 1992’de ise Müslüman Bosna-Hersek Cumhuriyeti
onları izledi. Ne var ki aynı bölgede yaşayan Sırp azınlıklar bunu kabul
etmediler. Olaylar çıktı, halen Yugoslavya’nın geri kalanını kontrol eden Sırp
ve Karadağlılar buraya müdahale ettiler.
Aslında Miloseviç’in amacı, Müslümanları dar bir alana sıkıştırmak,
mümkünse Saraybosna’yı ve denize kadar olan bütün bölgeyi ele geçirmekti. Bu
amaçla Hırvatlarla Neretva nehrinin sınır olması konusunda anlaştı. Hırvat
topçusu nehir üzerindeki tüm köprüleri uçurmaya başladı. Ünlü Mostar köprüsünün
yıkılması da bu sırada oldu. Boşnaklar bağımsızlık ilan etmişlerdi ama
kendilerini koruyabilecekleri bir orduları yoktu. Dolayısıyla savaşı olabilecek
en kanlı bedel ödeyerek kazanmaya çalıştılar. Kitleler halinde tecavüze
uğradılar, işkence gördüler ve öldüler. Büyük bir olasılıkla Almanya ve Fransa
bunu önceden hesaplamıştı. Çünkü katliamlar bir anda dünya medyasına düştü,
bütün dünya ayaklandı ve Nato göreve çağrıldı. Gerçekte katliamlar konusunda
sıradan Sırp vatandaşının hiçbir fikri yoktu. Onlar evlerinde oturmuş dizi
izliyorlardı. Ülkelerindeki karışıklığı biliyorlardı ama bunun bir insanlık
felaketi düzeyini aldığını hiç duymamışlardı. Oluşan şaşkınlık ve hayal
kırıklığı içinde, Sırplar kendilerine önerilen tüm koşulları kabul ediyor,
Sırbistan-Karadağ adı altında yeni sınırları içinde yaşamayı kabulleniyorlardı.
Eski Yugoslavya’nın yarısına yakın bir alana sahip olduklarından ötürü teselli
bulabilirlerdi oysa Avrupa’nın onlara sürprizi bitmemişti. Çünkü 2006 yılında
Karadağ’ın, 2008 yılında ise Kosova’nın bağımsızlık ilan etmesiyle, Sırplar,
Yugoslavya’nın parçalanması sırasında asla kabul etmeyecekleri küçücük bir
alana sıkışıp kalıyorlardı. Ama artık her şey için çok geçti.”
Şaşkınlık
içinde Yüksel hocayı dinliyorduk. Zeynep hanım sitemkar bir tavırla;
“Sırbistan’ı
gezerken hiç böyle düşünmemiştim. Bari bunları orada bana anlatmış olsaydınız,
farklı biçimde gezimi sürdürürdüm” dedi.
Ben konuyu
çok iyi anlayamamıştım.
“Sayın hocam,
yani sizce Sırplar kandırıldılar mı?” diye sordum.
Yüksel hoca;
“Bir bakıma
öyle denebilir ama bunda şüphesiz Sırp milliyetçilerin akıl yürütmeyen
davranışları da önemli rol oynadı. Kaba bir milliyetçilik hırsı yerine, ince ve
zekice hazırlanmış politikalarla bazı bölgelerde parçalanma önlenemese bile
Sırbistan açısından daha iyi koşullarda bir yapı elde edilebilirdi. Ama sonuçta
Sırplar Avrupalıların kendilerine kazdıkları çukura bir çeşit balıklama
atladılar. Tarihi boyunca etkin bir rol oynayan Sırp Milliyetçiliği, eski
Yugoslavya’nın ortasında geniş düzlüklere sıkıştırılmış ve hareket edemez hale
getirilmişti.”
Ayşe hanım
oturduğu yerden heyecanla atıldı.
“Evet ya,
şimdi aynı şeyi bize yapmaya çalışıyorlar. Bakar mısınız, Türkiye’nin her tarafı
milliyetçi kaynıyor.”
Yüksel hoca;
“Evet, her
cinsten milliyetçilik şiddetle destekleniyor. Kimi zaman doğrudan, çoğunlukla
dolaylı yöntemlerle bir çeşit iç savaş hazırlığı açıkça görülüyor. Bundan sonra
olabilecekleri hesaplamak zor değil.”
Zeynep hanım,
“Tamam milliyetçiliğe karşı çıkalım ama vatan
savunmasına ne diyeceğiz? Yüksel hocam kendi ağzıyla söylemedi mi, yapılanlar
gerçekten batının bir projesi diye. O zaman bu bir çeşit savaş hali anlamına
gelmez mi?”
Yüksel hoca
ona yanıt vermeye hazırlanıyordu ki, Osman Albay araya girdi;
“Hiç merak
etmeyin, batılı güçlerin yaptıkları hesaplar tutmayacak” dedi.
Herkes
şaşkınlık içinde ona baktı, Osman Albay açıklama gereği duydu.
“Bakın, savaş
sanatı okunması, öğrenilmesi gereken bir bilim dalıdır. Tıp fakültesinin
toplumun sağlını korumak amacıyla doktor yetiştirmesi gibi, harp okulu da vatan savunması amacıyla subaylar
yetiştirir. Günümüzde böylesi karmaşık
senaryoların çözümlenmesinin bile uzmanlık gerektirdiğini unutmayın. Bizim
yapabileceğimiz şey, ordumuza güvenmek ve mümkün olan her durumda ona destek
olmaktır. Türk ordusu bu yeni saldırı biçimine en iyi karşılığı verecek kadar
deneyimli ve tarihi geçmişe sahip bireylerden kuruludur.”
Ayşe hanım;
“Yani, bizim
yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?”
Osman Albay,
“Var
elbette, iki ay kadar önce çiftliğin
güvenliğini konuşmuştuk. Şimdi ayrıntılı bir planla uygulamaya geçebiliriz.
Öncelikle kendimizi korumayı öğrenmeliyiz.”
Salonda çıt
çıkmıyordu. İnsanlar sessizce yerlerinden kalkıp işlerinin başına gittiler.
Eğer bir yerde silahlar konuşmaya başlamışsa, insanların sesi duyulmaz olur.
Komün Günlüğü-21
Sıcaklar
nedeniyle çalışmalarımızı sabahın erken saatleri ile akşam gün batımına
kaydırdık. Zaten günlük olarak üç dört saat emek fazlasıyla yeterli oluyor.
Günün geri kalanı tümüyle kendimize ait. Deniz kenarında olmanın avantajını
kullanıyor, belli saatlerde denize giriyoruz. Hatta Şevki bey bağlardaki işini
bitirince soluğu sahilde alıyor. Bir çeşit tatil köyüne benzemeye başladık. Ama
burada temel beslenme gereksinimlerini kendimiz hazırlıyoruz.
Geçen gün
Melih beyle, çiftlik yaşamının bol bol yemek ve uyumaktan ibaret olduğunu
konuşuyorduk. Gençler elbette kendilerine farklı eğlenceler buluyorlar ama
bizim gibi yaşını başını almış insanlar için yaşam çizgisi daha çok okumak ve
yazmak üzerine gelişiyor. Sosyal medya bu açıdan paha biçilmez. Eğer günün
birinde dünya tümüyle komün çiftliklerinden oluşursa, sosyal medyanın inanılmaz
ölçülerde büyüyeceğini tahmin ettik.
Çünkü sıcak yaz günlerinde denize girmiyorsanız, tek yapacağınız şey,
salonun serinliğinde oturup feyste ya da mesengerde çene çalmak. Hani cep
telefonu insanı asosyal yapıyor diyorlar ya, ben pek katılamıyorum. Kanımca
sosyal olma kavramı ciddi biçimde değişiyor. Yazılı sohbet, sözlü sohbetin
yerini alıyor. Böylece insanlar, geçmişe göre daha fazla okuyor ve yazıyorlar.
Günümüzde kimileri okumak olarak yalnızca basılı kitapları kabul ettiğinden,
toplumun önemli bir kesiminin sosyal medyada sayfalarca yazı okumasının ve
onları değerlendirmek için fikir yazıları yazmasının önemini gözden kaçırıyor.
Oysa geleceğin kültürü böyle bir çizgi üzerinden gelişecek.
Çiftlikteki
en önemli işlerden bir tanesi de besinleri uygun biçimde uzun süre saklamak.
Bir besini bozulmadan saklamanın en kestirme yolu ise elbette konserve yapımı.
Bunun için gıda maddelerini normal biçimde pişiriyor, soğuttuktan sonra özel
torbalara koyup havasını alıyoruz. Ardından derin dondurucu odasında
(çiftliğimizde büyük bir derin dondurucu odamız var) saklıyoruz. Haftanın belli
günlerinde ürünleri toplayıp mutfağa alıyoruz, orada hep birlikte konserve
işinde çalışıyoruz. Bu sırada çoğunlukla toplu olarak şarkı ya da türkü
söylüyoruz ama arada ciddi siyasi tartışmalara şahit oluyoruz. İşte dün öğleden
sonra bunlardan birisi yaşadık. Şevki bey önündeki taze fasulyeleri ayıklarken
ortalığa bir soru attı;
“Arkadaşlar,
önümüzdeki seçimlerde AKP ne yapar?” diye sordu.
Çoğunluk
seçimlerde 7 Haziran sonuçlarının değişmeyeceği fikrindeydi. AKP’nin savaş
çıkarma planları işe yaramayacak, herkes daha önce oy verdiği partileri tercih
edecekti. Belki MHP’nin oyları biraz artabilirdi ama bunun da milletvekili
sayısını değişmesi beklenmemeliydi. Sesimi yükselterek;
“Bence AKP
tek başına iktidarı alacak” dedim.
Koca mutfakta
bir an sessizlik oldu, kaynayan yemeklerin gürültüsünden başka ses çıkmadı.
İnsanlar şaşkınlıkla bana döndüler. Açıklamaya çalıştım.
“Bakın, her
zaman olduğu gibi NORMAL düşünmeye başladınız yine. Oysa AKP iktidarında hiçbir
şey normal olamaz. İleri sürdüğünüz savlarınıza göre insanlar yine eski
partilerine oy verecek öyle mi? Hiç de değil. O söylediğiniz NORMAL seçimlerde
olur. Ülkemizin bir bölümünde, İzmir, Ankara, İstanbul gibi, normal yaşam
sürüyor ama kırsal alanda işler sizin hayal ettiğiniz gibi gitmiyor. Özellikle
doğu ve güney doğuda modern yaşam olarak burada sahip olduğunuz hiçbir değer
geçerli değil. Zavallı insanlar iki namlu arasına sıkışmış durumdalar. 7
Haziran seçimlerinde PKK ağır bir baskı ile tüm oyların HDP’ye akmasını sağladı.
Sonuçları çok iyi irdeleyin. Eğer AKP %4 kadar daha fazla oy almış olsaydı, şu
anda tek başına iktidarını sürdürebilecekti. Ama çatışmasızlık ortamından
yararlanan PKK, silah zoruyla seçim sonuçlarını AKP aleyhine değiştirdi. Şimdi AKP karşı hücuma geçti. Resmen savaş
ilan etti. Seçimlere kadar PKK’yı büyük ölçüde bastıracak. Sonra silahın
namlusunu vatandaşlara çevirip onlardan oy isteyecek. Şimdi soruyorum sizlere,
bu durumda seçimleri kim kazanır?”
Şevki bey
elindeki bıçağı kullanarak bir demet fasulyeyi ikiye biçerken;
“Olacak şey
değil ya, biz bu adamlardan kurtulamayacak mıyız?” dedi kızgınlıkla.
Aradan ne
kadar geçti bilmiyorum ama kimseden ses çıkmıyordu. Derken Deniz’in sesi
duyuldu.
“Aslında şey
diyecektim, biz burada mutlu değil miyiz? Bize ne olanlardan? Bakın şu
mutfaktan ne güzel kokular yükseliyor. Daha şimdiden kurt gibi acıktım.”
Salondakiler
gülmeye başladı. Bu kez şaşırmak sırası bana gelmişti.
“Tam
anlayamadım, biraz açar mısın?” dedim.
“Çok basit.
Çiftlik üyeleri olarak bizim devletle ne alıp veremediğimiz var? Belki bir
miktar arsa vergisi veriyoruzdur o kadar. Biz tümüyle sistemin dışında değil
miyiz? O zaman bırakalım birbirlerini yesinler. Tamam, size katılıyorum, AKP
silah zoruyla iktidarı alacak. Peki, orada duracak mı? Hayır, ta ki başkanlık
ve diktatörlük düzenini tam olarak kuruncaya kadar yoluna devam edecek. Bu
durumda biz ne yapacağız. Ya PKK gibi silahlanıp dağa çıkacağız ya da sistemin
dışında kendimize yeni bir yaşam kuracağız. Başkaca bir mücadele şekli bilen var
mı?”
İşte o an
kafamda bir şimşek çaktı. Elbette, aslında sistemin dışına çıkmak etkin bir
mücadele biçimi olabilirdi. Çünkü kapitalist sistemde vatandaş yoktur, müşteri
vardır. Eğer müşteriler mal almazlarsa, sistem tıkanır ve çalışamaz hale gelir.
Bizimki gibi çiftlikler ise kapitalizme karşı en önemli savaş biçimi
olabilirler. Çünkü orada satın alacağınız hiçbir değer bulunmamaktadır. Müşteri
olmayınca, kapitalizm de olmaz.
Komün Günlüğü-22
Bağ bozumu.
İçinde bulunduğumuz günleri anlatabilecek en güzel cümle işte bu. Şarap en çok
tükettiğimiz içki olduğundan, üretimine özel bir önem veriyoruz. Sabahleyin gün
doğmadan kalkıyor, saat sekize kadar bağda çalışıyor, üzümleri saplarına
yakınından kesiyor, özel plastik kasalara yerleştirip şaraphanemize gönderiyoruz.
Taşıma işlerini elektrikli el arabalarıyla Deniz ile Jale yapıyorlar. Aynı
zamanda üzümlerin düzgün istiflenmesinden de onlar sorumlu.
Bağımız çok
büyük değil, üç dönümden küçük ve yalnızca sabah serinliğinde çalışarak iki
günde tümüyle bağ bozumunu tamamlayabiliyoruz. Ardından hep birlikte
şaraphaneye geçiyor, salkımları tek tek elde temizleyerek özel tekneye
atıyoruz. Ve o özel an gelip çatıyor. Kadınlar çıplak ayakla tekneye çıkıp şıra
çıkarmaya başlıyorlar. Bu sırada şarkılar, türküler söyleniyor, hep birlikte
dans ediyorlar. Özellikle Zeynep hanım öylesine başarılı ki, çoğunlukla tüm
işlemi tek başına gerçekleştiriyor desem yalan olmaz. Elde ettiğimiz iki ton
dolayındaki şırayı, şarap yapımında kullanıyoruz. Tümüyle otomatik sistemi,
Şevki beyin deneyimli ellerine terk ediyor ve önümüzdeki kış içeceğimiz şarabın
tadını damağımızda hissederek, rutin ağustos ayı üretimlerine dönüyoruz.
Ağustos ayı
rutini denince akla elbette kışlık sebze fidelerinin yetiştirilmesi geliyor. Bu
ayda hepsinin ekiminin tamamlanması gerekiyor. Fide hane dediğimiz ayrı bir
bölümde, genelde akşam üstü çalışmasıyla işlemleri gerçekleştiriyoruz. Ayrıca zeytinlerimiz de hızla olgunlaşıyor.
Zeytinler bana ait, her türlü gelişmeyi dikkatle izliyorum. Bir çok yerde
halkalı leke hastalığı varmış, çok şükür bizim ağaçlar şimdilik sağlıklı
görünüyor.
Bizimki gibi
çiftliklerde hastalıklarla mücadele çok önem kazanıyor. Hastalıklı bölümü derhal bitkiden ayırıyor ve
destekleyici besinler vermeye başlıyoruz. Dolayısıyla bitki besleme temel
konularımızdan. Çiftlik üniversitesinde haftada üç saat bitki besleme dersimiz
var ve katılım zorunlu.
Bir çok kez
yenilediğim gibi, bütün bu işler için günde üç-dört saatlik mesai yetiyor. Bağ
bozumu gibi özel durumlarda çalışma saatlerimiz biraz artabiliyor ama onu de
eğlence havası içinde gerçekleştiriyoruz. Bunun dışında en çok zamanımızı alan
iş yemeklerin hazırlanması oluyor. Beslenme işlemlerini sırayla yapıyoruz.
Üçer, dörder kişilik guruplara ayrılıp her gün ayrı bir gurupla yemek hazırlıyoruz.
Böylece kişi başına haftada bir sıra geliyor. Ve herkes yapabileceğinin en
iyisi sunma yarışına girdiğinden beslenmemiz kelimenin tam anlamıyla mükemmel.
Bunun dışında
zamanımızı kültür ve sanat işleriyle ama çoğunlukla da kendi aramızda tartışarak
geçiriyoruz. Örneğin Osman Albay geçen hafta içinde bulunduğumuz durumdan
kurtulmak için orduya güvenmek ve destek olmaktan başka çaremizin olmadığını
söylemişti. Ayşe hanım bu görüşten hiç de tatmin olmamış, Osman Albay ile
tartışmaya başlamışlar.
Ayşe;
“Bakın
Albayım, ordumuza güvenmemizi söylüyorsunuz ama 12 Eylül olmasaydı bu gün AKP
iktidarı kurulamazdı. Darbe hükümetinin milli eğitim bakanı, aşırı sağcı bir
dinciydi. Özal’ın ne olduğunu sormuyorum bile. Türkiye’nin Cumhuriyetçi,
Atatürkçü kadroları bu dönemde bilinçli bir şekilde yok edildi. Yerine daha
sonra Fetullah’ın başa geçeceği dini bir örgüt oluşturuldu. Rabıta olayının baş kahramanı bu hükümette
devlet bakanıydı. Bence ordunun o günkü hedefi dini temellere dayalı bir devlet
kurmaktı ve bu gün hedeflerine iyice yaklaşmış durumdalar.”
Osman Albay
bu sözleri duyunca kıpkırmızı kesilmiş ama kendisini çabuk toparlamış. Ne de
olsa eski asker, sinirlerine hakim olmayı biliyor.
“Haklısınız
Ayşe hanım” diye karşılık vermiş, sonra devam etmiş,
“Haklısınız
ama o günleri yaşayan birisi olarak bizlerin, en azından kendimin böyle bir
hedefi olmadığımızı kesinlikle söyleyebilirim. Elbette gerek ordu içinde,
gerekse dışarıda, birileri bu günkü düzenin temellerini atmış olabilir.”
Ayşe hanım;
“Eğer o gün
Türk Ordusundaki Atatürkçü, Cumhuriyetçi subaylar, birilerinin kendi kuyularını
kazdığını anlayamamışlarsa, kusura bakmayın da, bu günkü olayları nasıl
anlayabileceklerini doğrusu çıkaramadım. Ve siz şimdi onlara güvenmemizi ve
destek olmamızı söylüyorsunuz.”
Tartışmanın
ilginç bir noktaya doğru gittiğini gören Yüksel hoca da onlara katılmış.
“Ayşe hanıma
katılıyorum, 12 Eylül’ün amacı, Türkiye Cumhuriyetini dini esaslara göre
değiştirmek ve bir İslam cumhuriyeti kurmak olabilir. Evren paşa bu hedefe
ulaşmak için doğrudan harekete geçse, ordu içinden ciddi muhalefetle
karşılaşacağını bildiğinden, onun yerine Atatürkçü ve Cumhuriyetçi kurumları
çökertmeye, buna karşılık dini kurumları güçlendirmeye dayalı bir strateji
izlemiştir.”
Ayşe de onu
tamamlamış;
“Ve de çok
başarılı olmuşlar. Baksanıza, Sünni hükümet şu anda bizi seçimlere götürüyor.
Hangi tarihte? Hilafetin kaldırıldığı 1 Kasımda. Seçimleri kazanırlarsa ki
bence ordunun desteği ile bunu yapabilirler, sonraki adım sanırım Hilafetin
yeniden tesisinden başka bir şey olmayacak.”
Osman Albay
onları dinledikten gülümsemiş;
“Sizlere bir
şey sorabilir miyim? 1920 yılında olsaydınız, Atatürk’ün başkan komutanlığını
yaptığı Türk ordusuna güvenir miydiniz?”
Yüksel Hoca
şaşkınlıkla yanıtlamış;
“Elbette
güvenirdik, sonuçta başkomutan Atatürk.”
Osman Albay,
“Ama o
dönemde halk Kemal Paşa’yı sizin anladığınız anlamda bilmiyordu ki. Dahası,
Osmanlı Paşaları değil miydi, askerimizi yedi cephede perişan eden. Hayatı
boyunca hiç cephede bulunmamış Enver paşa, binlerce askerimizi tek kurşun
atmadan telef etmemiş miydi? Mısır cephesi komutanı Cemal paşaydı. Askerinin
dörtte biri susuzluktan kaybedilmişti.
Kemal paşa Yıldırım Orduları komutanı olarak Filistin cephesindedir.
Bazı başarıları olmuştur ama sonuçta geri çekilmek zorunda kalmıştır. İnanın
bana, o günlerde yaşıyor olsaydık, bu gerekçelerle bana Mustafa Kemal paşaya
güvenmediğinizi söyleyecektiniz ve ben size verecek cevap bulamayacaktım.”
Kimseden ses
çıkmadığını gören Osman Albay devam etmiş;
“Bakın, o
bütün cephelerde yenilmiş ordunun komutanları, çok değil yalnızca altı yıl
sonra Yunan kuvvetlerini mağlup ederek Türkiye Cumhuriyetinin temellerini
atacaklardır. Benim sizlere söylemeye çalıştığım şey, 12 Eylülün savunması
değil elbette. Ancak içinde bulunduğumuz durumdan askeri yöntemler dışında bir
çıkış olmadığını, bu işin ise uzmanlık gerektirdiği. Dolayısıyla dün ne
yaptıklarına bakmaksızın, ülke savunması için yetiştirdiğimiz insanlara
güvenmekten başka çaremiz yoktur. Eğer onlara güvenmiyorsak, yani kendi Cumhuriyetimizi
savunacak kimsenin kalmadığını düşünüyorsak, o zaman çözüm için kafa yormamıza
hiç gerek yoktur. Savaş yitirilmiştir, galiplerin hakkımızda verecekleri
kararları beklemekten başka bir şey yapamayız. Ksenefon’un On binlerin Dönüşü
isimli eserinde şöyle bir olay anlatılır. Askerler bir köye yaklaşır. Köylüler
karşıdan binlerce kişiyi görünce panik içinde dağa kaçarlar. Çünkü o kadar
kişiye karşı koymaları mümkün değildir. Ya köle olacaklar ya da… Çoluk çocuk,
genç yaşlı, erkek kadın, hep birlikte ikinci yolu tercih ederler. Toplu olarak
kendilerini uçurumdan aşağıya atarlar. Köle olmaktansa ölmek daima daha iyidir.
Ben kendi hesabıma, Cumhuriyetimizi koruyacak insanların olduğunu biliyorum ve
onlara güveniyorum. Sizden de beni izlemenizi istiyorum. Bunu yapmak zorunda
değilsiniz ama en azından beni engellememeyi düşünebilirsiniz.”
Sonra Ayşe
hanıma dönmüş;
“Bakın,
elbette birileri Hilafeti geri getirmek için elinden geleni yapacaktır. Elbette
birileri bu işi orduyu kullanarak gerçekleştirmek isteyecektir. Ama inanın
bana, o ordunun içinde bunu durdurmak için görevin gerektirdiği her türlü
fedakarlığı çekinmeden yapacak pek çok asker bulunmaktadır. Bu zor günlerde
onlara destek olmaktan başka çıkar yol göremiyorum. Siz görüyorsanız, bana
söyleyin.”
Ayşe hanım
gülümseyerek yerinden kalkmış ve Osman Albay’ı yanaklarından öpmüş;
“En azından
size her zaman güvenebileceğimi biliyorum” demiş.
Komün Günlüğü-23
Özcan beyin
okul arkadaşı onları ziyarete geldi. Çiftlikte kalan hepimizin kendi evlerimiz var
ve doğal olarak konukları orada ağırlamamız gerekiyor. Ama bizler birbirimize
öylesine kaynaşmışız ki, nedense soluğu büyük salonda alıyor ve konuklarımızı
hep birlikte ağırlamaya başlıyoruz. Çaylar, kahveler derken koyu bir sohbet
alıp yürüyor. Gelen konuklardan birisinin yedi yaşındaki oğlu süt istemiş.
Zeynep hanım gururla;
“Ben sana
yüzde yüz inek sütü içireyim de miden bayram etsin”
diyerek ona
yeni sağılmış sütten vermiş. Ne olmuş biliyor musunuz? Küçük çocuk yüzünü
buruşturmuş ve;
“Hayır bu süt
değil, beni kandırıyorsunuz” demiş.
Çocuklarımızın
doğal sütün tadını unuttuklarını gösteren bundan daha iyi bir örnek verilebilir
mi bilmiyorum. Kapitalizm bizleri yavaşça eviriyor. Doğaldan yapay doğru giden
bu yolda, bir süre sonra efendilerimizin verdiklerinden başkasını yiyemeyen
kölelere dönüşeceğiz. Düşüncemi Yüksel hocaya açtığımda başını salladı;
“Aslında sana
daha da kötü bir haber vereyim. Olay yalnızca tat duygusu ve beslenmeyle de
sınırlı değil. Kapitalizm, varlığını sürdürmek amacıyla uydurduğu yüzlerce
yalana inanmamız için elinden geleni yapıyor ve gerçekleri, onlarla hiç ilgisi
olmayan biçimlere sokuyor. Hatırlıyor musun, bir zamanlar güneş ve rüzgar
enerjisinden söz ettiğimizde, böylesi uygulamaların hiç de ekonomik olmadıkları
söylenirdi. Şimdi bu çiftlik tümüyle doğal enerji kaynaklarıyla yönetiliyor,
üstelik epey de fazlamız var ve ekonomi olarak bizi hiç zorlamıyor.”
O sırada
içeriye Jale girdi, üstü başı yağ içindeydi, yüzünde kara lekeler vardı,
babasının yanındaki tabureye oturdu;
“Aman Tanrım,
ne kadar yoruldum ama biliyor musunuz?” dedi.
Yüksel hoca
yerinden kalktı, kızına bir bardak çay doldurup önüne koydu;
“Ne yaptınız
ki bu kadar yorulacak?” diye sordu;
“Rüzgar
güllerinin yağlarını değiştirdik. Aslında iş ağır değil ama güneş o kadar
yakıcı ki, insanı bezdiriyor.”
Yüksel hoca;
“Küresel
ısınmanın sonuçlarından bir tanesi daha. Güneş ışınlarının yakıcılığı artıyor,
güneş altında çalışmak zorlaşıyor. Size
söyledim mi, bu yıl bir kaç tane yüksek sıcaklık rekoru kırıldı.”
Jale;
“Belki kış
daha ılık geçer.”
Yüksel Hoca;
“Belki ama
şimdiden çok şiddetli fırtınalar yaşayacağımızı söyleyebilirim. Özcan bey
rüzgar güllerinin bakımını o nedenle erkene aldı. Fren sistemlerini
yenileyecekti.”
Jale çayından
bir yudum aldı, arkasına yaslandı;
“Evet,
sevgili büyüklerim, siz bırakın şu kapitalizmi eleştirmeyi de bana bir cevap
verin. Bir Kasımdan sonra ne olacak? Gelecek için umudumuz var mı?” diye sordu.
Yüksel hoca
bir süre kızını süzdü, sonra;
“Seçimlerden
sonra her durumda bizler için kaos anlamına geliyor. Eğer Tayyip kazanırsa ki
bana göre kazanma şansı yüksek, İslami cumhuriyet için düğmeye basacak. Bu ise
bizler açısından tam bir çıkmaz anlamına geliyor. Hatta hilafeti yeniden kurma
çalışmalarına girişebilir. Sonuçta, bizler yani modernistler, ya İslami
Cumhuriyette yaşamayı kabulleneceğiz ya da buralardan göç etmeye başlayacağız.”
Jale dehşetle
yerinden sıçradı,
“Aman baba,
daha birkaç hafta önce Suriyeli göçmenlerin durumuna bakıp biz asla onlar gibi
olmayacağız dememiş miydik?” diye sordu.
Yüksel Hoca;
“Ben
kentlerde yaşayanları kast etmiştim. Yoksa bizler için ayrı bir seçenek elbette
var.”
Araya girdim;
“Peki hoca,
modernistler dediğin kimler?”
Yüksel hoca;
“Atatürkçüler,
solcular, laikler, liberal kapitalistler, küreselciler, Avrupa Birlikçileri,
Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler hatta ateistler. Bunların tümü 21. Yüzyılda
modern yaşam biçimini tercih ediyorlar. Dolayısıyla İslami yaşama sıcak
bakmayacaklardır.”
Jale;
“Yani bir
tarafta İslami Cumhuriyetçiler, diğer tarafta tüm bu insanların oluşturduğu
karşı gurup, öyle mi?”
Ben;
“Teorik
olarak öyle görünüyor ama AKP bu karşı gurubu birbirinden ayırıp küçük lokmalar
halinde yutmayı tercih edecektir”.
Yüksel Hoca;
“Aynen öyle,
ihtimal ki bunu başarabilir. Çünkü modernistlerin bir araya gelmeleri kolay
görünmüyor.”
Jale;
“Peki, AKP
kazanamazsa ne olacak?”
Yüksel hoca;
“Yine benzer
bir mekanizma geçerli. Bu kez AKP bir şekilde savaş ortamı yaratarak iktidarın
değişmesini engellemeye çalışacak. Zaten Kürtler isyan etmeye hazırlar. Seçim
kazançlarını fiili durum yaratarak gündeme geçirmeyi hedefleyeceklerdir. AKP
savaş ortamında Kemalistleri, Laikleri hatta bir kısım liberal kapitalistleri
yok etmeyi planlayarak iç savaşı körükleyebilir. Çünkü savaşın sonunda kendi
İslami Cumhuriyetini kurabilecektir.”
Ben;
“Yani her
durumda AKP savaşı körükleyen taraf olarak kazançlı çıkmayı başarabilir. Başka
bir çözüm yok mu?” diye sordum.
Yüksel hoca
acı bir gülümsemeyle cevap verdi;
“Aslında
teorik olarak var. Eğer CHP yüzde kırkları yakalarsa, yani tek başına ya da çok
az destekle hükümet etme olanağına kavuşursa, işte o zaman yukarıdaki senaryo
tümüyle tersine dönebilir. Aslında Ecevit’in yüzde kırklık başarısına öyle
ihtiyacımız var ki…”
İçinde
yaşadığımız günleri 1 Kasım seçimlerinden sonra arayabiliriz. İhtimal ki, bu
tarih modern Türkiye Cumhuriyetinin son seçimi olabilir. Ve birçoğumuz için
varlığımızı korumak temel hedef haline gelecek.
Artık çiftliğimizin ana gündemi yalnızca güvenlik. Peki, ya kentlerde,
apartmanlarda oturanlar?
Komün Günlüğü -24
Eylül ayı
çiftlik işlerinin tavan yaptığı bir dönem. Bir yandan yaz ürünleri toplanıyor,
diğer yandan tarlalar yeni baştan düzenleniyor, kışa hazırlık yapılıyor. Şarap,
salça, reçel ve diğer konserveler hep bu ayda işleniyor. Dolayısıyla çiftlikte
kimsenin kimseyi görecek hali yok. Kadınların Organizasyon yeteneği tüm
görkemiyle ortaya çıkıyor. Bir anda toplanıyor, örneğin kıvama gelen salçaları
kavanozlara dolduruyor, ardından reçel yapmaya koyuluyorlar. Sonra bir de
bakıyorsunuz deniz tarafındaki balkonun parmaklıkların boyuyorlar. Kas gücü
gerektiren işlerde erkekleri kullanıyorlar. "Aslanım gel şunu
tutuver" ya da "koçum benim, göreyim seni" gibilerinden teşvik
edici sözlerle en ağır işler kolayca sonlandırılıyor. Çiftliğimizin büyükleri
olarak Hatice ve Yıldız hanımlar başrolde. Çiftlikteki her hareketten onların
haberi oluyor, her taşın altından onlar çıkıyor. Örneğin Osman Albay'ın eşi
Aysel hanım ise çok zarif ve bilgili. Diğerleri ona saygı gösteriyor. Ama o
kimseyi yönetmeye kalkmıyor, çoğunlukla işlere gönüllü olarak katılıyor.
Kadınların kendi aralarında sağladıkları bu düzen bize huzur ve güvenli bir
yaşam sağlıyor.
Çiftlikteki
kadın egemenliği önceden tasarlanmış, birleri tarafından önerilmiş bir uygulama
değil. Tam tersine, tümüyle doğal ve kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç.
Beslenme söz konusu olduğunda kadınlar hemen ileriye çıkıyor ve yapısal bir
düzen oluşturuyorlar. Büyüklerin küçüklere hoşgörüsü, küçüklerin de büyüklere
saygısı topluluğu doğruca anaerkil düzene götürüyor. Sevgi ve saygı üzerine kurulmuş bu sistemde
bireyler başkaca hiçbir yerde olmayacak biçimde birbirine bağlanıyor. Oysa
çiftliğimizin bir sahibi olsaydı, patron, şef, reis gibi, zorunlu olarak
emir-komuta düzeninin olduğu hiyerarşik bir örgütlenme görülecekti. Ve insanlar,
karşılıklı çıkar ilişkileriyle birbirlerine bağlanacaktı. Böylesi ortamların
son derece sağlıksız olacağını söylemeye gerek bile yok. Ne var ki bu sağlıksız
yaşam biçimi, vazgeçilmez bir düzen olarak, yeryüzünün tamamını kaplamış
durumda.
Daha önce de belirtmiştim,
çiftlikte her şey toz pembe değil elbet. Örneğin Hatice Hanım önümüzdeki kurban
bayramı için sahibi olduğumuz koyunlardan bir kaçını kesmeyi önermiş. Deniz ile
Jale şiddetle karşı çıkmışlar. Jale;
“Bu çiftlikte
kan görmek istemiyorum” diye haykırmış.
Ancak Yıldız
hanım da inanç özgürlüğünden söz ederek Hatice hanıma destek çıkmış. Bu kez
Yüksel hoca araya girmiş ve kurban kesmenin bir İslam geleneği olmadığından söz
etmiş. Hatice hanım altta kalır mı,
hemen internet açmış, Kurandan hac suresini okumuş. Tartışma din üzerinden
gelişecekken bu sefer Deniz ortaya çıkmış ve kitapta yazılanların kendisini
ilgilendirmediğini, tıpkı Jale gibi çiftlikte kan görmek istemediğini
söyleyerek dini tartışmayı durdurmuş. Sonunda Banu Hatun bir ara yol olarak
kesim zamanının yaklaşmış büyük başlardan bir tanesinin bayramın birinci günü
köyde kurban edilmesini önermiş. Hatice ve Yıldız hanımlar da öneriyi kabul
etmişler, böylece tartışma uzlaşma ile sonuçlanmış.
Bildiğiniz
gibi çiftliğimizin et ihtiyacı, sahibi olduğu hayvan sürülerinden
karşılanmaktadır. Sonuçta biz vejetaryen bir gurup değiliz. Tersine, yıllık et
tüketimimiz Türkiye ortalamasının oldukça üzerindedir. Ancak, hayvanları
ekonomik olarak değil, ömür süresi olarak değerlendiririz. Yani, ortalama 20
yıl yaşayan bir büyük baş hayvanı, 10 yaşındayken asla kesmeyiz. Hatta
çoğunlukla yaşlılık nedeniyle artık daha fazla yaşaması mümkün olmayanları
kesime göndeririz. Çiftlikteki büyük baş hayvan sürülerini, onların yaşam
sürelerini dikkate alınarak düzenleriz.
İçerde bu
tartışmalar olurken, Ben, Özcan ve Osman beylerle birlikte deniz tarafındaki
terasta gün batımını izliyorduk. Osman bey cep telefonundan bir iletiyi
gösterdi. Buna göre Fuat Avni, bir Kasım seçimlerinden nasıl hile yapılacağını
anlatıyordu. Ona göre seçim sonuçları %44’e ayarlanacakmış. Özcan bey
kendisinin küçük bir çalışma yaptığından söz ederek elindeki tabloyu gösterdi.
Tabloda AKP ve HDPl’nin Güneydoğu’da 2011 ve 2015 seçimlerinden aldıkları oylar
vardı.
Tabloyu
inceleyince doğunun bu 8 kentinde AKP’nin 2011 seçim sonuçlarına göre 18
milletvekili kayba uğradığı açıkça görülüyordu. Eğer bir Kasım günü oradaki
seçmenlerin yeniden kendisine döndürmeyi başarırsa AKP fazla zorluk çekmeden
tek başına iktidar olacaktı. Kaldı ki yaratılan kaos ortamı nedeniyle AKP’nin
kazanç hanesine çok daha fazla oy yazılabilirdi. Yani savaş durumu aslında
hükümetin çıkarlarına hizmet ediyordu.
Osman Albayla
birbirimize baktık.
“Peki, bu
durumda ne yapılabilir?” diye sordum.
Osman Albay
kafasını salladı.
“Batıda
AKP’yi perişan edecek politikalar izlenmeli. Doğu illerinde yapılacak büyük
hileyi boşa çıkarmalıyız. Özellikle CHP seçim hileleri konusunda çok iyi
örgütlenmeli, bütün partiler AKP’ye karşı seçim güvenliğinde birleşmeli.”
Özcan bey
araya girdi;
“Ben CHP’de
yıllarca görev yaptım. Söylediklerinizi gerçekleştireceklerini dair hiç umudum
yok. CHP asla böyle bir şey yapmaz” dedi.
CHP gerçekten
de durumun farkında olmayabilir miydi? Hiç sanmıyorum. En azından bizim
yaptığımız değerlendirmeleri onlar da düşünmüşlerdir. Hiç olmazsa Vatan
partisinin birlik olalım çağrısına bu açıdan olumlu yanıt verebilirlerdi.
Görünen odur ki, CHP yine bildiğimiz CHP olarak seçimlere katılacak ve sonuçta
kaderine razı olacaktır.
Osman Albay;
“Arkadaşlar,
artık durum açıkça belli olduğuna göre, şu bizim çiftliğin güvenliği konusunu
tüm üyelerimizin katılımıyla yeniden konuşalım” dedi.
Ona yürekten
katılıyorum. Yüreğim kan ağlasa bile.
Komün Günlüğü-25
Bir çeşit
genel kurul toplantısı gerçekleştirdik. Hep birlikte öğlenden sonra toplantı
salonundaki yerimizi aldık. Konu güvenliğimizdi, bu nedenle Osman Albay
yönetici koltuğundaki yerini almıştı. Çiftlikte, her konunun bir uzmanı vardır
ve ilgili konu görüşülürken yönetici koltuğu dediğimiz büyük kırmızı koltuğa
onlar otururlar. Diğerleri iki sıra halinde onun çevresinde daire yaparlar.
Osman Albay herkesin yerini aldığını görünce;
“Arkadaşlar,
öncelikle Cumartesi günü uğradığımız büyük katliam nedeniyle halkımıza baş
sağlığı dileklerimle toplantıyı açıyorum ve sizleri orada hayatını kaybeden
dostlarımız için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum” dedi.
Hep birlikte
ayağa kalktık, saygı duruşunun ardından yeniden koltuklarımıza oturduk. Osman
Albay,
“Bir şiirde
söylendiği gibi, barış için ölmek zamanıdır şimdi. Barış için savaşmak,
gerekirse öldürmek zamanıdır. Bu büyük ironi insanlığın en acı trajedisidir. Ve
arkadaşlar, çiftliğimizin de olayların dışında kalabileceğini hiç sanmıyorum.
Bu nedenle, her ne kadar devletin temel görevi elbette vatandaşını korumaktır
ama vatandaşın da kendi güvenliği için elinden gelini yapması gerekmektedir.”
Osman Albay,
elindeki uzaktan kumanda ile büyük ekranı açtı, çiftliğimizin uydu görüntüsü
bütün ekranı kaplamıştı.
“Post modern
felsefe, post modern edebiyat, sanat, ekonomi, toplum düzeni derken sonunda
post modern savaşlara kadar geldik. Günümüzde artık savaşlarda ordular karşı
karşıya gelmiyor. Özel eğitilmiş küçük birlikte, savunmasız insanları
acımasızca katlediyorlar ve toplumun içten karıştırıyorlar. İnsanların birbirine
olan güveni azalıyor, özellikle de kendilerini korumakla görevli devletlerine
olan bağlılığı sarsılıyor. Ve bir devletin en temel taşı olan vatandaşlarının
devletlerine olan bağları kopuyor, temel dağılma sürecine giriyor. Üstelik bunu
yaparken devasa güçleri harekete geçirmeniz de gerekmiyor. Yani daha ucuz ve
etkili bir yöntem.”
Yüksel Hoca
araya girdi;
“Ankara’daki
saldırı da aynı nedenle mi yapıldı?”
Osman Albay;
“Hiç kuşkunuz
olmasın. PKK’ya karşı yapılan harekat gerçekte ordumuzun ABD’ye meydan
okuyuşunun bir sembolüydü. ABD, büyük uğraşlarla işi Kürt koridoruna kadar
getirmişti ama askerlerin işe müdahalesiyle proje tehlikeye düştü. ABD’nin buna
karşı bir şeyler yapmaması düşünülemezdi. Dolayısıyla Ankara’da patlatılan
bomba ile bize şu anlatılmaya çalışılıyor. Eğer Büyük Ortadoğu Projesini
engellemeye çalışırsanız, savaşı bütün Türkiye’ye yayarız.”
Jale oturduğu
yerden itiraz etti;
“İyi ama
albayım, Tayyip Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlarından birisi değil
miydi?”
Osman Albay;
“Bir zamanlar
öyleydi ama artık değil. En azından 17 Aralıktan beri öyle değil.”
Hüseyin bey
araya girdi;
“Bir dakika
arkadaşlar, sultanımızı sonra tartışırız, konuyu saptırmayalım. Çiftlik
güvenliği için bize ne öneriyorsunuz?”
Osman Albay
sustu, derin bir nefes aldı.
“Hayır, Jale
kızımız doğru söylüyor, en azından önümüzdeki günlerin neler getirebileceğini
görmemiz açısından Ankara’daki bombalamayı irdelememiz gerekiyordu. Yıllardan
beri sakınılan o kötü gerçek, ABD-Türkiye çatışması artık kaçınılmaz biçimde
önümüzde duruyor. Eğer böyle giderse ki ABD’nin vazgeçeceğine dair en küçük bir
işaret yok, önümüzdeki günlerde ülkemizin bir çok yerinde bomba patlayabilir.”
Hatice Hanım
sabırsız bir sesle sordu;
“Çiftliğin
güvenlini nasıl sağlayacağız?”
Osman Albay,
eliyle ekrandaki çiftlik görüntüsünü işaret ederek anlatmaya başladı. Tümüyle
doğal araçlar kullanılarak gerçekleştirilecek güvenli bölgeleri, kaçış
tünellerini ve yaşam odalarını, ayrıntılarıyla gösterdi. Son olarak her şey
kaybedilirse, komşu Yunan adalarına geçiş planlarından söz etti. Aslında o
nokta büyük bir karşı çıkış bekliyordum ama hiç de öyle olmadı. Hatice hanım
dahil, kimseden ses çıkmadı. Çok açık biçimde önümüzdeki bahara kadar gücümüzün
ve paramızın önemli bölümünü güvenlik giderlerine harcamak zorunda kalacaktık. Hatta
ikinci grup için balkan turunu iptal edebilirdik. Ve kimseden itiraz
gelmiyordu. Ancak ilginç bir şey oldu. Osman Albay sözünü bitirip de “sorusu olan var mı?” dediğinde Hatice hanım
ayağa kalktı;
“Sevgili
Osman Albayım, söylediklerinizi dinledim, bana sizi eleştirmek düşmez, konu
tümüyle sizin uzmanlık alanınıza giriyor. Şüphesiz bizi korumaya
çalışıyorsunuz. Ama bir şey söyleyeyim mi, öncelikle benim başka ülkelere
kaçıp, göçmen olmak gibi bir planım hiç yok. Burada ölürüm daha iyi. Sonra
yerin bilmem kaç metre altına, hatta denizin bile altına saklanmayı da doğru
bulmuyorum. Nereye kadar saklanabiliriz ki. Ne demişler, korkaklar bin kere
ölür, kahramanlar bir kere. Bence siz bize bir iyilik yapın ve savaşmasını, en
azından kendimizi korumamıza yetecek kadar mücadele etmesini öğretin. Hem bu
kadar masrafa gerek kalmaz, hem de belli olmaz, belki biz düşmanı kaçırırız.”
Osman Albay
koşup Hatice hanıma sarıldı, salonun ortasında bir süre öylece kala kaldılar.
Ama sonuçta savunma adına yaptığımız planlar kabul görmedi. Çiftliğin
sınırlarına iki metre genişliğinde, dikenli bitkilerden bir set yapacağız.
Yalnızca ana giriş açık kalacak. Daha sonra tarlalar dışındaki tüm alana her
türden sık ağaçlar dikeceğiz. Böylece dışarıdan bakıldığında bizi kolayca göremeyecekler.
Toplantıdan
sonra denize bakan balkonda Osman Albayla yalnız kaldık. Çok duygulanmıştı.
Arkadaşlarımızın davranışı kahramanca buluyordu.
“Böyle
insanlar varken, bizi asla yenemezler” dedi.
Ona “ABD ile
savaşa gerçekten inanıyor musunuz?” diye sordum.
Bir süre bana
baktı, “ne yazık ki evet, üstelik hiç istemediğim halde” dedi ve devam etti;
“ABD ve
İsrail Büyük Orta Doğu projesi adını verdikleri planla, bölge petrolü ve onun
denize ulaşımıyla ilgili çalışmalar yapmışlardı. ABD’nin binlerce kilometre
öteden gelip Irak’ı işgal etmesi bu plan uyarıncadır. Ve bu planın en önemli
noktalarından bir tanesi de kurulacak Kürt devletidir. Başlangıçta, ABD’yi ikna
edebileceklerini zanneden bir kısım devlet adamı, Kürtlerin sosyal ve kültürel
isteklerine sıcak baktılar, ona göre politikalar ürettiler. Ama Suriye saldırıya
uğrayıp, bir de Kürtler öne çıkarılınca iş değişti. Anlaşılan ABD Kürt
devletinden asla vazgeçmiyordu. Bana göre de vazgeçmeyecek. Dolayısıyla şöyle
ya da böyle, Türk ordusu ile ABD ordusu karşı karşıya gelecek.”
Sonra dönüp
bana baktı,
“Tarihin
cilvesine bakar mısın? Böyle önemli bir savaşta devletin başında Tayyip olacak.
İleride belki fıkra niyetini anlatırlar ama ister misin tarihi kahraman olarak
geçsin?”
O gece yarısı
yatağıma uzanırken, aklımda hep Tayyip’in tarihe nasıl geçeceği vardı. Sultan
Abdülhamit döneminde pek çok aydın acı çekmiş, sürgünlerden sürgün, idamlardan
idam beğenmek zorunda kalmıştı. Ama bu gün geriye doğru baktığımızda tarih
kitaplarında gördüğümüz şey, hiç de insanların acılarını dile getiren satırlar
değil. Hatta kimi yazarlara göre Abdülhamit bir kahraman. Acaba diyorum kadere
inanmak mı gerekiyor? Tarih’in garip cilvesi bundan daha iyi nasıl
anlatılabilir?
KOMÜN GÜNLÜĞÜ-26
Bizimki gibi
bir çiftlikte her gün aynı işi aynı biçimde yapmak diye bir kavram yok. Her
üyemiz belli ürünlerde uzmanlaşıyor ve diğerlerini yönetiyor. Örneğin şu
günlerde Melih bey bakla yetiştirilmesiyle ilgili çalışmalar yapıyor. Toprak hazırlığı,
tohumların çimlendirilmesi ve fidelerin dikilmesi Ekim ayı içinde
gerçekleştirdiğimiz işlerden. Bir gün önceden, ertesi günü yapacağımız işleri
planlıyoruz. Geçen hafta Eylül ayında hasadını yaptığımız pamukları iplik
haline getirmek için üç gün boyunca tekstil atölyesinde çalıştık. Elde
ettiğimiz çeşitli tipte ipliklerden kış boyu kumaşlar üreteceğiz. Şaraplarımız
olgunlaşıyor, konservelerimizi özel soğuk hava depolarına yerleştiriyoruz.
Çiftlikte
kişi başı 3 kg kadar bal tüketiyoruz. Bu da yılda 60 kg bal anlamına geliyor.
Üç tane kovanımız var. Arıcılık
uzmanlarımız Engin ile Jale. Şu ana kadar bizden hiç yardım talebinde
bulunmadılar. Her şeyi kendileri gerçekleştiriyorlar ve bize tümüyle doğal bal
lezzeti tattırıyorlar. Çocukluğumda hatırlıyorum, dayım öğretmendi ve arıcılık
da yapardı. Onun bana verdiği petekleri afiyetle yerdim. Sonra fenni kovanlar
ve yapay petekler çıktı. Parafinden yapılan bu hazır petekler bal verimini
artıyor. Tek bir kovandan 60 kg bal üretiyorlarmış. Jale’nin söylediğine göre
bizde bu rakam 20 kg’mı zor buluyor. Ama bizim her şeyimiz doğal. Piyasada
satılan petek balları sakız gibi çiğnemek zorunda kalıyorsunuz. Oysa bizimkiler
ağzınızda dağılıveriyor. İnanmayacaksınız ama çocukluğumdaki o tadı yeniden
duymak öylesine güzeldi ki.
Bu arada
çiftlik üniversitesinde dersler de hızla ilerliyor. Artık haftanın beş günü
öğleden sonra üç saat ders yapıyoruz. Öğrencilerimiz henüz birinci sınıf
olduklarından temel bilimler okutuluyor. Ancak normal üniversitelerden farklı
olarak bizde sosyal ve fen bilimleri neredeyse eşit ağırlıkta. Yüksel hoca
fizik, kimya ve matematik dersleri veriyor. Melih bey ise sosyal konuları
işliyor, dışarıdan bulduğu hocaların bizde ders vermesini sağlıyor.
Eğer muhtar
gelip bize dert yanmasaydı, günlüğüme her şey ne kadar da güzel diye
yazacaktım. Geçen hafta köyümüzün muhtarı, yanındaki iki kişiyle bizi ziyarete
geldi. Salonda oturduk, kahve ve çay içtik. Köyümüzün çok ciddi bir sorunu
varmış. Bilindiği gibi pek çok köy, artık mahalle oldu. Şimdi bazı devlet
yetkilileri, buradaki arazileri satmaya başlamışlar. Hayretler içinde muhtarı
dinliyorduk. Köyün merasının bir sanayi kuruluşuna tahsis edildiğini duyunca
kelimenin tam anlamıyla yerimizden sıçradık. Çünkü oradan beslenen sürülerin
içinde bizimkiler de vardı. Meğer meranın bir metre altında tonlarca yüksek
kalitede inşaat kumu yatıyormuş. Sondaj şirketleri üst üste araştırma yapmaya
başlamışlar. Ve geçen gün vilayetten yazı gelmiş. Adı geçen şirkete kolaylık
gösterilmesini istiyormuş. Hani insanla dalga geçer gibi. Hem elindeki malları
alıyorlar, hem de kolaylık göstermemizi istiyorlar.
Hemen
telefona sarıldım, tanıdığım bir kaç avukatı arayıp durumu anlattım. Konuyu
inceleyeceklerini, daha sonra bana döneceklerini söylediler, beklemeye
başladım. Bu sırada hemen herkes salonda toplanmış, muhtarın anlattıklarını
tartışmaya başlamıştı. Muhtarı bir çözüm konusunda yardımcı olacağımızı
söyleyerek uğurladık. Bu yaşlı adamın gider ayak söyledikleri yüreğimi burktu,
“Hocam,
inanın bu topraklar böyle eziyet görmedi. Koskoca devletle biz nasıl baş
ederiz? Eskiden muhtar tapusu, köy
tapusu diye bir şey vardı, her şeyi bizler yönetiyorduk. Şimdi mahalle oldunuz
diyerekten elimizde avucumuzda neyimiz varsa alıyorlar. Hak mı bu şimdi?” dedi.
Akşama doğru
bizim avukatlardan bilgiler gelmeye başladı. Haberler kötüydü. Yapılanlar yasal
açıdan geçerliydi ve itiraz etmek sonuç getirmeyebilirdi. Öncelikle arazi
mahkemeleri çok uzun süreli mahkemelerdi, köylü o sırada toprağını kullanamaz
hale gelerek mücadele gücünü yitirebilirdi. Bize, acil ve sonuç alacak bir
çözüm biçimi gerekliydi. Ama bu durumda
nasıl mücadele edebileceğimizi bilmiyorduk. Kendi aramızda tartışmaya başladık.
Osman
Albay’ın başını çektiği gurup, yasal yollardan mücadele edilmesini savunuyor,
ona karşın Şevki ve Özcan bey doğrudan fiziki karşı koymayı, hatta silahlı
mücadeleyi gündeme getiriyordu. Gerçekte tam bir çıkmaza girmiştik. Çünkü
içimizden yalnızca üç ya da dört kişi böylesi
mücadeleyi yapabilecek biçimde eğitimden geçmişti. Diğerleri, hayatlarında
kuş bile vurmamış, karıncayı incitmekten sakınan insanlardı. Televizyonda,
Karadeniz bölgesinde bizimkine benzer mücadele veren köylüleri izlemiştik.
Jandarma tarafından karga tulumba tutuklanmışlardı. Ama önemli olan elbette
fiziksel olarak kazanmak değildi. Hatta bu yolda kaybetmek, gerçekte büyük bir
zafer anlamına gelebilirdi. Gece yarısına doğru bir karar alabildik. Hem yasal
yöntemleri kullanacak, hem de fiziksel olarak şirketin meraya girmesini
önlemeye çalışacaktık. Bunun için yollarda canlı kalkan olacak, araçların
hareket etmesini engelleyecektik. Elbette yirmi kişilik çiftlik kadrosu yeterli
değildi, bütün köylünün birlikte hareket etmesi gerekiyordu.
Ertesi günü
muhtara gidip aldığımız kararları anlattık. Yaşlı adam yerinden fırlayıp Osman
Albay’a öyle bir sarılışı vardı ki, anlatmaya kelimeler yetmez. Cuma namazından
sonra köylüleri camimin önünde topladık ve açıklamalarda bulunduk. Yapılan
işlemi kabul etmediğimizi, bizim de haklarımız bulunduğunu, bunları yine yasal
yollardan sonuna kadar savunacağımızı ancak şirketin işi oldu bittiye
getirmesine izin vermeyeceğimizi ve yabancıların köyümüze girmesini
engelleyeceğimizi söyledik. Muhtarın başkanlığında bir de direniş yönetim
kurulu oluşturduk. Muhtar kahkahalarla gülerek,
“arkadaşlar artık
ben DYK başkanıyım, bana saygıda kusur etmeyin, yoksa fena olur” diyordu.
Bizim
açımızdan her şey mükemmeldi ama köyün imamını hesaba katmamıştık. Henüz üç
aydır burada görev yapan bu genç imam, gerçekte aramızdaki casusmuş. Çünkü
aldığımız kararları anında şirkete bildiriyormuş. Sonuçta aynı partinin
adamları yani. Ve şirketin başkanı bize haber yollamış. Hiç merak
etmemeliymişiz, hepimize iş verecek, bizleri sigortalı yapacakmış. Muhtarla
görüşmeye gelen yetkili, onlarla çalışmak isteyenler için bir de başvuru formu
bırakmış. Hani bir an için “acaba”
diyerek heyecanlandık ama köylülerden aday çıkmayınca rahatladık.
İlk iş olarak
şirket araçlarının gelişini çok uzaklardan haber alabilmek için çobanların
hayvanları yol kenarlarında otlatmasına karar verdik. Böylece araçlar daha on
kilometre bile yaklaşmadan yol üzerinde gerekli önlemleri alacak zamanımız
olacaktı.
İlk üç gün
olaysız geçti. Ortalık alışılmadık biçimde sakindi. Dördüncü günü, doğu yolunda
iki tır belirdi. Birisinin üzerinde konteyner vardı, diğeri sallama kepçe
taşıyordu. İki küçük otomobil de onlara eşlik ediyordu. Çobanlar hemen cep telefonuyla haber verdiler
ve hayvanları yollara bıraktılar. Böylece şirketin konvoyu köye on kilometre
uzaklıkta durmak zorunda kaldı. Araçlardan inen ve her halinden koruma
oldukları anlaşılan iri yarı insanlar, hayvanları yoldan çekmeye çalıştılar.
Elbette hayatları boyunca hiç çobanlık yapmamış bir insanların ineklere,
boğalara hatta keçilere söz geçirmesi mümkün değildi.
Araziye
yayılmış, elimizdeki cep telefonlarıyla olanları kaydediyorduk. Korumalardan
birisi boğayı yoldan çıkarabilmek için kuyruğuna yapışıp çekmeye kalktı. İşte
ne olduysa o sırada oldu, huylanan hayvan adeta şaha kalktı ve adama saldırdı.
Onu gören diğer boğalar ve inekler de aynısını yapmakta gecikmediler. İşin
ilginç yanı, korumaların siyah ceket ve pantolondan oluşan tek tip giysiler
giymiş olmalarıydı. Bu görüntü onları hayvanların gözünde eşsiz birer hedef
haline getiriyordu. Korumalar araçları bırakıp çil yavrusu gibi araziye dağıldılar,
kimisi bir kayanın üzerine, kimisi de ağacın tepesine çıkarak kurtulmaya
çalıştı. Bizler kahkahalarla gülerek onları izliyorduk ki ansızın bir silah el
sesi duyuldu. Korumalardan birisi silahını çekip boğaya ateş etmiş, başından
vurulan hayvan oracığa yığılıvermişti. Bunun üzerine çobanlar duruma müdahale
ettiler, hayvanları yoldan çektiler ve biz polise ihbarda bulunduk. Elimizde
olayı saniye saniye gösterecek video kayıtları vardı. Deniz ile Engin hemen
çalışmaya başlayarak davamızı en iyi savunacak görüntüyü seçmeye koyuldular. Az
sonra polis geldi, tutanaklar tutuldu, hayvanı öldüren koruma göz altına alındı
ve bizim yasal mücadelemiz böylece başlamış oldu. Üstelik olay görüntüsü o
kadar iyi seçilmişti ki, korumanın taammüden hayvan öldürdüğü açıkta belli
oluyordu. Ne demişler, dinsizin hakkından...
Kapitalizmle
mücadele mutlaka silahlı olmak zorunda değildir. Tam tersine, silah başkaca hiç
bir yol kalmadığı zaman kullanılacak yöntemdir. Eğer modern teknolojiyi iyi
değerlendirirseniz, mevcut yasal sistemi kendisine yönetebilirsiniz. Hukuk, her
çağda bizim en büyük yardımcımızdır.
Komün Günlüğü-27
Geçen Pazar
akşamı saat yedi dolayında seçim sonuçlarını almaya başladığımızda hep birlikte
şok geçirdik. Üç gün sonra kendimize gelebildik ve bir toplantı yaparak durumu
değerlendirelim dedik. AKP nasıl olmuştu da hiç kimsenin beklemediği bir seçim
zaferine imza atmıştı? Dün akşam ilk sözü Osman Albay aldı.
“Arkadaşlar,
AKP’nin seçimi alacağını daha önce söylemiştim. Benim için sürpriz olan şey, oranın
bu kadar yükselmesi.”
Deniz aradan
laf attı;
“Evet, seçim
hilelerini biraz abartmışlar galiba. Yani normalde yüzde kırk beşe ayarlamışlar
ancak bazı illerde partililer amatörce hareketlerle oranın yükselmesine neden
olmuşlar. Fuat Avni öyle diyor.”
Zeynep hanım
ona destek çıktı;
“Evet, feysde
vardı, bir sandık başkanı üç yerde daha oy kullanmış.”
Osman Albay
duruma hakim olabilmek adına sesini yükseltti;
“Bütün
bunları ben de biliyorum ancak olayı bütünüyle hileye bağlamanın da doğru
olmadığını düşünüyorum. Tamam, seçsis sistemini kullanarak, bilgisayarda bazı
rakamlarla oynayarak, denetlenmesi zor bölgelerdeki rakamları değiştirerek
seçiminde birkaç puanlık değişiklik yapılabilir ancak yine de AKP’nin en
azından yüzde kırk oyunun olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Dahası,
özellikle CHP ve MHP’de bu tür söylentileri ana başlık yapacak hiçbir çalışma
görülmemektedir. Oysa seçimde hile varsa, Türkiye’de seçimlerden sonra yer
yerinden oynamalıydı. Sonuçta sandık kurullarının ıslak imzalı tutanakları yeni
baştan gözden geçirilebilir ve varsa bir yanlışlık düzeltilebilir.”
Osman
Albay’ın bu sözleri salonda sessizlikle karşılandı. Çünkü pek çok kişi onun
gibi düşünüyordu. Eğer seçimde hile yapılmışsa, bu öncelikle CHP ve MHP
tarafından yüksek sesle dile getirilmeliydi. Oysa Kılıçdaroğlu’nun seçimden
sonraki ilk mesajı, “sandık sonuçlarına saygılıyız” olmuştu. Yerimden kalktım,
“Arkadaşlar
kim bir dert kahvesi istiyor” dedim,
bütün eller
havaya kalktı. Kahve yapmak üzere mutfağa doğru yürürken, Yüksel Hoca;
“Arkadaşlar,
bu seçim hileleri konusunu bir kez daha düşünelim isterseniz”
diyerek
kürsüye yürüdü. Elindeki tabletin ekranını, duvardaki büyük ekrana aktardı ve
rakamlarla açıklamaya başladı.
1000 kişilik
bir yerleşim yeri düşünelim. Burada 400 seçmen bulunsun. Partiler sırasıyla şu
oyları alsınlar.
AKP: 150 CHP:100
MHP: 75 HDP: 75 Toplam seçmen: 400
Buradaki oy
oranları ise AKP %37.5 CHP: %25 MHP: %18.75
HDP %18.75 olarak bulunur.
Şimdi biz
burada seçmen sayısını 400’den 500’e çıkarır ve bunun tümünü de AKP alacak
biçimde sandıklara dağıtırsak;
AKP: 250
CHP:100 MHP: 75 HDP: 75
Toplam seçmen: 500
Oy oranları :
AKP: %50 CHP:%20 MHP:%15
HDP:%15
Bu sistemin
özelliği şudur. Fazla yazılan oy pusulaları, bir kişiye birden fazla oy
kullandırılarak tüketilir. Böylece sizin ıslak imzalı sandık tutanakları
üzerinden yapacağınız tüm kontrollerde sonuçlar “DOĞRU” çıkar. Hileyi ortaya
koyabilmek için birden fazla oy kullanan seçmenleri bulmanız gerekmektedir ki,
elinizde devletin olanakları yoksa bunu yapmak pratik açıdan mümkün değildir.”
Yüksel hoca
bize baktı, hepimiz nefesimizi kesmiş onu dinliyorduk. Devam etti;
“Ancak ben de
tıpkı Osman Albay gibi düşünüyorum. AKP’nin böylesi hilelere gerçekte hiç
ihtiyacı yoktur. Çünkü bir ülkenin temel yönetimini ekonomik bakış
şekillendirir ve seçime katılan partilerden hiç birisi ekonomide AKP’den farklı
bir çizgiye sahip değildir. Buna bir de muhafazakar bakış açısını eklerseniz,
aldıkları oy oranını gerçekte düşük bile bulabilirsiniz.”
Bu son sözler
salonda bir itiraz dalgasına yol açtı. Zeynep hanım;
“Hem seçim
hilelerinden söz ediyor, hem de aslında ihtiyaçları yoktu diyorsunuz. Doğrusunu
isterseniz siz konuşmadan önce kafam daha iyi idi. Şimdi toptan karıştım.”
Ergün ona
destek çıktı;
“Tamam,
adamların birinci parti olduğu doğru ama tek başlarına iktidarın sırrı seçim
hilelerinden yatıyor bana göre.”
Hüseyin bey
elini kaldırdı.
“Arkadaşlar,
şöyle ya da böyle seçim bitti. Bizim burada hile bulgularımızın kimseye fayda
sağlamaz. Yüksel hocanın anlattığı sistemin tam olarak uygulandığını var
sayalım. CHP ya da başka bir partiden itiraz eden var mı? Onu bırakın,
bulgularımızı gidip anlatsak, bizi dinleyecekler mi? Dahası, o partilerde hiç
mi Yüksel hoca gibi düşünenler yok? Hani siyaset uzmanları, yetişmiş elemanlar
nerede? Bence önemli olan, bundan sonra ne yapacağımıza karar vermek.”
Deniz aynı
fikirde değildi.
“Ama bu
sonuçları şimdiki haliyle kabullenirsek, vatandaşlık görevi denilen şeyin,
gerçekte bir tiyatroda figüranlıktan başka bir şey olmadığını da kabullenmiş
olmaz mıyız? Öyle ya, sen hangi partiye oy verirsen ver, adamlar bir şekilde
kendilerini sandıktan çıkarmayı başarıyorlar.”
Engin;
“Ben de aynı
düşüncedeyim. Bundan böyle kimse bana gidip oy kullanmamı söylemesin. Nasıl
olsa değişen bir şey yok.”
Jale genç arkadaşlarımızın sözcüsü gibi öne
çıktı;
“Evet ya, o
zaman ne diye seçimlere katılıp oy kullanıyoruz? Sanki her şey doğru dürüstmüş
gibi bir seçim mizanseni düzenleniyor, bizler de o mizansenin parçası olarak oy
kullanan vatandaşları oynuyoruz, Allah için bu işi de çok iyi yapıyoruz, ama
sonuçta onların dediği oluyor. Benim düşüncelerimin kırıntısı bile meclise
yansımıyor. Deniz’le Engin’e katılıyorum. Artık bu tiyatronun oyuncuları
sahneden iniyor, kendi işlerine bakıyor.”
İşte bu
sözler başıma bir balyoz gibi indi. O anda demokrasi oyununun nasıl bir şey
olduğunu çözüverdim. İktidar sahipleri olaylar varmış gibi göstererek bizleri
güdüyordu. Kendi yarattığım gücü bana karşı kullanmanın bir yoluydu demokrasi
dedikleri oyun. Sorgulanması gereken şey belli bir parti ya da onun tüzüğünde
yazan programı değildi. Doğrudan devletin bizzat kendisini sorgulamalı,
devletimizin gerçekte kimlere hizmet verdiğini iyi çözmeliydik. Üstelik bunu
dünya çapında yapmak zorundaydık. Çünkü iktidarlar belli bölgelerden elde
ettikleri gücü, diğer iktidarlarla birlikte ya da ona karşı kullanıyorlar,
insanları birbirine düşürerek kırdırıyorlar. İnanın bu düşünceyle ağzımın zehir
gibi olduğunu hissettim ve bütün gece uyuyamadım. Acaba Bir Kasım, Türkiye için
bir dönüm noktası mıydı?
Komün Günlüğü-28
Hep birlikte
zeytin hasadına başladık. Bu yıl kendi bahçemizde zeytin miktarı çok az,
kesinlikle bize yetmez ve yağsız kalırız. Dolayısıyla köydeki dostlarımızın
ağaçlarına da el attık. Necati amcanın dere boyunun iki yakasındaki
arazilerinde sayısını kendisinin de bilmediği büyük miktarda zeytinlikleri var.
Yarıcı anlaşması yaparak oradaki ağaçlarda hasat başlattık. Otomatik aygıtların
da yardımıyla 20 günde on ton kadar zeytin topladık. Kasalara koyduğumuz
zeytinleri zaman yitirmeksizin yağhaneye gönderiyorduk. Buradaki zeytinlerin
yağ verimi çok yüksek. Yerli çeşitlerde üç kilodan bir kilo yağ elde
edebiliyorsunuz. Ama biz yağhane ile beşe bir anlaşması yaptık ve on ton zeytin
için iki ton yağ aldık. Ve onun da 1200 kilosunu Necati amcaya verdik. Necati
amca çok şaşırdı, önce yanlış hesap yaptığımızı sandı, 200 kilo fazla yağ
verdiğimizi söyledi. Oysa her hangi bir yanlışlık yoktu. Çiftlikte zeytinyağı
yemeklik ve sabunluk olarak kullanılıyordu. Ve ihtiyacımız tam olarak 800
kiloydu. Onu aldık, kalanını da Necati amcaya verdik. Biz bu işi kar elde etmek
için yapmıyorduk. 200 kg fazla zeytinyağı bizim hiçbir işimize yaramaz, üstelik
depolarımızı da boş yere meşgul ederdi.
Köylüler
olayı duyunca üçer beşer kişilik guruplarla çiftliğimize gelmeye, bizimle
yarıcı anlaşması yapmaya çalıştılar. Ama onları nezaketle reddettik.
İhtiyacımızdan fazla üreteceğimiz her birim bizim için zarar anlamına
geliyordu. Elbette ömrü boyunca kapitalist üretim biçiminden başka bir şey
görmemiş insanlara bunu anlatmak kolay değildi. Hele bizim köydeki gibi eğitim
düzeyi belli bir aşamada kalmış insanlar için ise, neredeyse olanaksızdı.
Bu ay
zeytinden başka mandalina, ayva ve elma toplama işlerini yapıyoruz. Bütün kış
tüketeceğimiz mandalina, ağaçlardan Ekim ve Kasım aylarında toplanıyor, özel
kaplarda soğuk hava depolarında saklanıyor. Aralık ve Ocakta portakallarımız
büyüyorlar. Böylece Kasımdan Marta kadar tüketeceğimiz meyvelerin çoğunu Ocak
ayından önce depolara koymuş olmamız gerekiyor. Bu ise ciddi boyutta iş
anlamına geliyor.
Peki, onca
işe yetişebiliyor muyuz? Yanıtı kesinlikle evet. Kapitalist toplum modelinden
farklı olarak çiftlik yaşamında günlük üç ya da dört saat çalışmanız yetiyor.
Gerçekte insan emeği inanılmayacak kadar verimli. İşte, on gün sabahtan akşama
kadar zeytin topladık. Sonuçta ihtiyacımızın iki katından fazla yağ elde ettik.
Takım halinde 8 saat çalışıp bir aylık mandalina ihtiyacımızı
karşılayabiliyoruz. Yani, karşıdan bakıldığında çok yoğun görülen işler bizim
için günlük üçer, beşer saatlik emek anlamına geliyor. Geri kalan zamanımızda
ise çiftlik üniversitesi için ders çalışıyor, sanat ve edebiyat üzerine
denemeler yapıyoruz. Buna göre nereden bakılırsa bakılsın, buradaki yaşam
biçimimiz, kapitalist düzene göre daha verimli, daha özgürlükçü ve sonuç olarak
elbette daha ilerici.
İşin ilginç
yanı, örneğin Osman Albay, çiftlik yaşamının bir sosyalist uygulama olduğunu
kesinlikle kabul etmiyor, şöyle diyor.
“Biz asla
Sovyetler Birliği gibi olmayacağız. Sonuçta sosyalist bir devlete hizmet
etmiyoruz.”
Bu söz doğru
ama o zaman şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor. Biz kime hizmet ediyoruz?
Elbette öncelikle kendimize. Eğer tüm üretim araçlarımızı bizzat
denetleyebiliyorsak ve ürünlerimiz bizden başka kimsenin kullanımına gitmiyorsa
böyle bir yerde sosyalizm tartışması yapmaktan daha abes bir şey olamaz. Çünkü
sosyalizm, komünizme yani bizim şu anda içinde bulunduğumuz sisteme geçişte
kullanılması düşünülen bir ara rejimdir. Dolayısıyla asıl uygulamaya
geçebiliyorsanız, doğal olarak geçiş dönemleriyle ilgilenmezsiniz. O halde
nasıl oluyor da bazı insanlar kendilerini sosyalist ilan edebiliyorlar? Nasıl
oluyor da, koyu bir devletçiliği sosyalizm olarak önümüze sunabiliyorlar? Daha
da kötüsü, nasıl oluyor da emekçilerin emeklerini, kendilerinden başkalarına
sunmaya devam etmesi, sosyalizm adını alıyor?
Zaman zaman
çiftlikte Yüksel hoca ile bu konuları tartışıyoruz ama bir türlü tatmin edici
sonuçlara ulaşamıyoruz. Çoğunla gördüğümüz şey, kendilerini sosyalist ilan
edenlerin, gerçekte sosyalizm hakkında hiçbir şey bilmemeleri. Sosyalizmi,
mevcut düzeni eleştirmek, onun zaaflarını ortaya koymak ve onun yerine
kendilerinin geçmesi olarak görüyorlar. Fabrikanın başına patronun yerine
filanca memurun geçmesi emekçinin sömürülmesini engellemez ki. Elde edeceğiniz
artı değeri ortaklaşa kullanmak mıdır sosyalizm? O zaman bunun adı kapitalizmin
biraz daha insancıllaştırılması olmaz mı? Hedefte sömürüyü tümüyle ortadan
kaldırmak varsa, insan emeğini ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde
harcamak gerekmez mi? Oysa bu yapıldığında mevcut sistemin yıkılmayacak mıdır?
Peki sistem kendisini yıkılmaya karşı korumaya kalkarsa ne olacak? İnsanlar
ikinci bir devrim daha mı yapacaklar?
İnsan
yönetimi, yani siyaset ne yazık ki Platon’dan daha ileri gitmiş değil. Sistemi
nasıl kurgularsanız kurgulayın, karşınıza bir yönetici sınıf, o sınıfı koruyan
bekçiler ve çoğunluğu temsil eden diğer insanlar çıkıyor. İnsanlar çalışıyor,
üretiyor, bekçiler ve üst sınıf diğerlerine göre çok daha iyi bir yaşam
standardı tutturuyor. Bu, bundan 2500 yıl önce de böyleydi, şimdi de böyle.
Komün Günlüğü – SON
Tam da
yılbaşı akşamıydı. Osman Albayla seyir balkonunda erkenden batan güneşi
izlerken kahvelerimizi içiyorduk. Ve öngörülerimiz yudumladığımız kahveden daha
karanlıktı. Karamsardık, çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin rotası hiç de
bizimki gibi çiftliklere gelecek vaat etmiyordu. Karamsardık, çünkü
çiftliğimizin yarısı yaşlılardan oluşuyordu ve çok değil beş yıl sonra bu günkü
gücümüzü korumakta zorlanmaya başlayacaktık. Karamsardık, çünkü bizler bu
dünyaya veda ettiğimizde geride bıraktıklarımızın bizim çizgimizde
yürütebileceklerinden emin değildik. Bu hava içinde konuşurken öyle bir şey
olduk, o karanlık bulutlar yerini bir anda pırıl pırıl güneşe bıraktı.
Biliyorsunuz
bir süredir gençlerimiz hafta sonlarını İzmir’de geçiriyorlar. Orada bir gurup
üniversite öğrencisiyle tanışmışlar. Çeşitli fakültelerde okuyan öğrencilere,
Deniz “ben de çiftlik üniversitesinde okuyorum” diyerek kendini tanıtmış. Konu böyle
açılınca da bizim çiftlik yaşantımız tüm ayrıntılarıyla tartışılmış. Öğrenciler
büyük ilgi göstermişler ve bizi ziyaret etmek istemişler. İşte biz yaşlılar
karamsar karamsar geleceğimize bakmaya çalışırken, çiftliğin kapısında genç
insanların o aydınlık görüntüsü beliriverdi. Jale ile Deniz hemen koşup
arkadaşlarını karşıladılar, büyük salona getirip bizlerle tanıştırdılar.
Gençler hiç beklemediğimiz bir sürpriz yapmış ve yeni yıla bizlerle birlikte
girmeye karar vermişlerdi.
Gençliğin o
inanılmaz hareketliliği, enerjisi ve gücü kısa sürede her yeri sardı. Salonu
bir anda flamalar ve bayraklarla süslediler. Duvarlara insanı gülümseten
yazılar yerleştirdiler, büyük masayı dışarı çıkarıp, ortada dans edebileceğimiz
geniş bir alan yarattılar. Sonra mutfağa doluştular her cinsten içki mezesi
hazırlamaya koyuldular. Son olarak Beethoven’in ay ışığı sonatı çalarken
kendilerine birer kahve yaparak koltuklara oturdular ve aralarında sohbete
daldılar.
Şaşkınlık
içinde gençleri izliyorum. Hatice hanım gülerek yanıma geldi;
“Bize hiç
benzemiyorlar değil mi? Biz onları hep küçük, henüz gelişmemiş çocuklar olarak
gördük. Oysa şu yaptıklarına bak. Buradaki kimse gençliğinde böyle bir işi
başarabilmiş değildir” dedi.
“Bizim de
becerdiğimiz bir şeyler vardı” diye yanıtladım ve devam ettim. “Onların bizden
farkları kendi aralarında oluşturdukları inanılmaz bağlantı. Her şey gözümüzün
önünde, görüyorsunuz değil mi? Biz onları asosyal, toplum dışı varlıklar olarak
görüyoruz, oysa onlar ellerinde o yeni nesil haberleşme aygıtlarıyla
bizimkinden çok daha geniş bir sosyal çevre kurabiliyorlar.”
Hatice hanım
bana baktı;
“Aslında
gözlerimle görmesen pek de inanmazdım ama galiba haklısın. Bak, şu kırmızılı
kız var ya, hayatında hiç püre pişirmemiş. İnternete girdi, işi öğrendi, yarım
saat sonra bir tencere dolusu püre hazırdı”
Sonra
kulağıma eğildi,
“Ama seninle
paylaşmak istediğim çok daha önemli bir şey var” dedi. “Şu balkon kapısında
duran genci görüyor musun, onunla bizim Jale arasında bir şeyler var.”
İlgiyle
doğruldum, devam etti.
“Az önce o
çocuk Jale’nin elini tutmak istedi ama bizim kız babasını işaret ederek izin
vermedi.”
Doğrusunu
isterseniz gençlere geleceğin büyükleri olarak bakmak hiç aklıma gelmemişti.
Oysa bütün bu kur yapmalar, birlikteliğin zevk dolu dakikaları hep aynı hedefe
yönelikti. Büyümek, anne baba olmak ve çocuklarını yetiştirmek. Jale’nin elini
tutmak isteyen genç erkek, son derece basit bir hedefe bile ulaşamamıştı henüz
ama belli ki asla vazgeçmeyecekti.
Jale’nin bu
gençle evlendiği, çocuklar yaptığını hayal ettim. Çiftlik işlerine bebek
yetiştirmek gibi bizlerin asla denemediği yeni bir alan daha eklenirdi. Bebek
odaları yapılır, günlük sütler özenle ve öncelikle onlar için ayrılır, tüm
çiftlik bu küçük varlıkların çevresinde dönmeye başlardı. İşte dedim kendi
kendime, yaşamın özü bu. Varlığını sürdürmek, varoluşunu gelecek nesillere
taşımak. Aslında hepimiz dünyaya bu nedenle geliyoruz. Peki, neden bunca ölüm?
Neden silahlar üretiliyor. Son model hava araçlarının, bebeklerin yaşamındaki
katkısı ne?
Dünyanın
günümüzdeki gerçekleri, önüme serilen onca güzelliğe karşın yine de insanları
karamsarlığa itmeye devam ediyordu. Kötü güçler uyanmıştı, bütün dünya için
tehdit haline geliyordu. Bir zamanlar devrimci insanların çabalarıyla yer
altına çekilen kötülük, zaman içinde, elbette geçmişten ders alarak, güçlenmiş
ve seksen sonrası bir yanardağ patlaması gibi kapkara bulutlarla üzerimizi
kaplamıştı. Şimdi göz gözü görmüyordu. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
bilecek durumda değildik. Geçmişin büyük devrimcilerin çizdikleri yollar bizi
aydınlığa ulaştırmıyordu çünkü kötülük onları ezberlermiş ve hepsini
kapatmıştı. Yepyeni bir şey bulmalıydık. Çağdaş olmanın, devrimci olmanın bize
kazandırdığı o bambaşka güçlü akılla, kötülüğün asla düşünemeyeceği yeni yollar
açmalıydık. Sevgiyle dolu kalbimizin hep öyle çarpmasını sağlamak, sevginin
nefrete yenilmeyeceğini göstermek zorundaydık. İşte bunun için, önce kendimizi
korumalı, güvenle düşünebileceğimiz yerler oluşturmalıydık. Ve bizimki gibi
çiftliklerde yaşamayı öğrenmeli, öğretmeli, orada çoğalıp, tüm dünyaya
yayılmalı ve kötülüğü bir daha geri gelmemek üzere Hedes’in yanına
göndermeliydik.
Mümtaz
Gökçebağ 01.01.2016
isbn no:978-605-89928-5-6
isbn no:978-605-89928-5-6
Biz Iowa City, Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan Iowa Lutheran Hastanesi temsilcisiyiz, bir kez daha hastalarımız için böbrek almak için buradayız ve onlar kurtarmak için bir böbrek bağışlamak isteyen herkese iyi bir miktar para ödemeyi kabul etmişlerdir. Bir bağışçı olmak ister veya bir Hayatı kurtarmak istiyorsanız, aşağıdaki e-postada bize yazabilirsiniz.
YanıtlaSilBu, sizin için tamamıyla zengin olmanız için bir fırsattır. Bizimle% 100 güvenli işlem garantisi veriyoruz ve garanti ediyoruz, her şey yasalara uygun böbrek bağışçılarına göre yapılacaktır.
Artık daha fazla zaman kaybetmeyin, lütfen bize iowalutheranhospital@gmail.com adresinden yazın.
Ayrıca whatsapp +1 929 281 1248 numaralı telefondan bizi arayabilir veya bizimle iletişime geçebilirsiniz.
Iowa Lutheran Hastanesi.